(…)

İnsanlarım, ah, benim insanlarım,

antenler yalan söylüyorsa,

yalan söylüyorsa rotatifler,

kitaplar yalan söylüyorsa,

duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,

 (…)

 ellerinizden  başka her şey

                 herkes yalan söylüyorsa,

elleriniz balçık gibi itaatli,

eleriniz karanlık gibi kör,

elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,

                           elleriniz isyan etmesin diyedir.

Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız,

                          bu ölümlü, bu yaşanası dünyada

                          bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”

(N. Hikmet, Ellerinize ve Yalana Dair)

Nâzım’ın 1949 yılında Bursa cezaevinde yazdığı “Ellerinize ve Yalana Dair” başlıklı bu şiiri egemen ve asalak bir zümrenin ve siyasal iktidar sahiplerinin halkı yönetirken yalanı, nasıl vazgeçilmez bir araç olarak kullandığına işaret ettiği gibi, yalanın egemen ideolojinin oluşturulmasında oynadığı belirleyici rolüne de ışık tutar.

Türkçede “hakikat-sonrası” veya “hakikat ötesi” olarak karşılanan İngilizce “Post-truth” kavramı İngiltere’de özellikle referandum (“Brexit”) sırasında ve ABD’de Trump zamanında hayli yaygınlaştı. İçinde bulunulan dönemin kimi kendine özgü niteliklerini öne çıkarmak amacıyla bu kavramın ifade ettiği ilişki ve değerlerin toplumda egemen olmasıyla birlikte artık hakikatin anlamını yitirdiği, kamuoyunu belirlemede nesnel hakikatlerden çok duyguların, kişisel kanaatlerin ve inançların rol oynadığı öne sürüldü.

“Hakikat-sonrası” dönem ile ilgili güncel tartışmalara bakıldığında, insan siyasi yalanların tamamen yeni bir olgu olduğu izlenimine kapılabilir.  Ancak Polonya’ya saldırısını haklı çıkarmak için Hitler’in yalanları, nispeten uzak sayılabilecek geçmiş bir yana, yakın geçmişte yaşanmış olan Watergate (1970’ler), Lewinsky skandalı (1990’lar) veya Irak savaşının gerekçeleri (2000’ler) veya en son Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinin (2022) gerekçeleri hatırlandığında, yalanın siyasette uzun süredir devam eden bir sorun olduğu görülür. En provokatif faşist yalanlardan biri kuşkusuz 1933 yılı Şubat ayında Hitlercilerce kundaklanan Alman parlamento binasının (Reichtag) komünistler tarafından yakıldığı yalanıdır.

Siyasal yaşamda yalana başvurulması zamanla öylesine kanıksanmıştır ki bu konuda yapılan kimi anketlerde katılımcıların çoğunluğunun “Siyasiler seçimleri kazanmak için gerçekleri çarpıtmaktan veya örtbas etmekten çekinmezler” ifadesini desteklediği görülmektedir. Bu bağlamda Bismarck’ın 1879 tarihli şu sözü de çoğu kez anılmadan geçilmez: “ Hiçbir zaman seçim öncesi, savaş sırasında ve avdan sonra olduğu kadar  ​​​​yalan söylenmez.”

Siyasi iletişimde yalanın işlevsel olabildiği görülmektedir. Sosyolog Niklas Luhmann’a göre (1927–1998) siyasi sistemde hakikatin bulunması değil, iktidar sorunu söz konusudur. Siyasal iletişim büyük ölçüde kendini başkalarına karşı savunmaya hizmet eden güç iletişimidir. Siyasi iletişim alanı ne kadar genişse, kimin yalan söylediğine, kime, hangi bağlamda ve hepsinden önemlisi hangi amaçla yalan söylendiğine bağlı olarak siyasi yalanın yayılma alanı da o kadar geniş olabilmektedir.

Günümüzün en namlı yalancı siyasetçilerinden biri tartışmasız Trump’tır. Kendisinden önce ABD başkanı olan Barrack Obama’nın Amerika Birleşik Devletleri’nde doğmamış olduğu iddiasını, onlarca kez çürütüldüğü halde sürekli tekrarlayıp durmuştur. Ayrıca Sars-CoV-2- virüsünün ne denli öldürücü olduğunu çok iyi bilmesine rağmen Amerika halkına, bu hastalığı önemsizmiş gibi göstermiştir.

Bizde de yalanın siyasal söylemler içinde özellikle son yıllarda önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Sözgelimi yoksul halkı onlarca yıl borçlandırarak adeta geleceğini de ipotek altına alan müteahhitlik işleri, “milletin cebinden beş kuruş çıkmayacak” sözünde olduğu gibi kimi zaman açık ve kaba bir yalana dönüşerek gizlenmeye çalışılıyor; kentin rant yoluyla yağmalanması ise deprem tehlikesine karşı “kentsel dönüşüm” projesi olarak gösterilebiliyor. Her halükarda yalan, iktidarca izlenen politikaların ayrılmaz bir parçası oluyor. AKP yalanlarının bir başka örneği, İstanbul’da yeni yapılan havaalanının inşaat süresince sürekli üçüncü havaalanı olarak nitelenmiş olmasıdır. Yeni yapılan bu havaalanı bitirilip hizmete açılınca diğeri, yani Atatürk (Yeşilköy) havaalanı kapatıldı, zaten bunun kapatılacağının garantisinin, gizli tutulan bir sözleşme hükmüyle müteahhit firmalara verilmiş olduğu ortaya çıktı; demek ki gerçekte yapılmakta olanın ikinci havaalanı olduğu halktan gizlenmiş ve böylece halka yalan söylenmiş.

Öte yandan birçok alana dair gerçek veriler, iktidar tarafından kamuoyundan gizlenerek ya da çarpıtılarak veriliyor. Örneğin pandeminin tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de insanları kırıp geçirdiği günlerde sağlık bakanı, Dünya Sağlık Örgütü’nden gelen baskılara sonunda daha fazla dayanamayarak vaka ve ölüm sayılarını “ulusal çıkarları” gözeterek açıklamış olduğunu söylemek zorunda kalmıştır – böylece bu sayıların düşük gösterilmesinde faşizan-otokrat AKP iktidarınca “ulusal yarar” görüldüğü için gerçekte yüksek olan sayıların halktan saklanmış olduğu, daha doğru ifadeyle halkın aldatılmış olduğu bir bakıma itiraf edilmiştir.

Son yıllarda TÜİK tarafından gerçek enflasyon oranının çok altında açıklanan enflasyon oranları milyonlarca emekçi ve emeklinin daha da yoksullaşmasına yol açmaktadır. Zira kamu emekçilerinin ve emeklilerin maaşlarına TÜİK’in bu gerçeği yansıtmayan verileri esas alınarak zam yapılmaktadır. Üstelik bu konudaki yalanın gizlenebilmesi için, enflasyon sepetindeki kalemlere dair veriler, ilgili yargı kararına rağmen açıklanmamaktadır. En son K.Maraş depremlerinde de AFAD tarafından açıklanan 50 bin civarındaki ölen insan sayısının da gerçekten ölen insan sayısının yarısı bile olmadığı belirtilmektedir.

Trump’ın yalanları gibi Erdoğan’ın da Gezi isyancılarına yönelttiği ve her fırsatta yinelemekten bıkmadığı yalanları var: Gezicilerin camide bira içtikleri ve Kabataş iskelesinde başörtülü bir kadının üzerine işedikleri yalanları. Son seçim kampanyasında da Kılıçdaroğlu’na karşı kullandığı video görüntülerinin montaj olduğunu itiraf etmekle birlikte bundan gençlerin kıvrak zekâlarının ürünü bir ‘iş’ olarak övgüyle söz etmesi, aslında onun hakikatle olan patolojik ilişkisini de göstermektedir.

Hiçbir şeyin normal olmadığı, fakat her şeyin normalmiş gibi gösterildiği ve görüldüğü bir ülkede – on beş gün önce yapılan seçimlere üç gün kalmışken ülkenin üçüncü büyük partisi olan HDP’nin seçimlere bir başka partinin (Yeşil Sol Parti) adıyla katılmak zorunda kalmış olması dahi ülkenin gelmiş olduğu siyasal durumu tüm açıklığıyla göstermektedir – yarın, 28 Mayıs Pazar günü Kılıçdaroğlu ile Erdoğan arasında yapılacak olan son derece eşitsiz ve adaletsiz  seçimde yaşadığımız bu post-hakikat zamanlarının, post-demokratik bir döneme, faşist bir diktatörlüğe dönüşmesini engellemek için iktidarın yalanlarına güçlü bir hayır demek gerekiyor.