Türkiye’de tasarruf çıtasının düşüyor olması nasıl ekonomiye köstekse, özgürlükler çıtası da demokrasiyi aşağıya çekiyor.
İç tasarrufu arttırmadan ekonomik büyüme ve istikrarı devamlı kılmak nasıl mümkün değilse, özgürlükler alanını genişletmeden de birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletinden söz etmek inandırıcı olmaz.
Türkiye’de vaziyet böyle.
Bir yandan tasarruf, öte yandan özgürlük çıtası düşüyor.
İkisi de kötü haber.
Özgürlükler konusunda geçen gün Türkiye dostları diye bilinen üç batılı siyasetçi Erdoğan hükümetini dostça uyaran, eleştiren, yol gösteren bir yazı yayınladılar.
Türkiye’nin batı dünyasındaki yerini önemseyen ve AB üyeliğini öteden beri destekleyen bu siyasetçilerden biri, İtalya Senatosu Başkan Yardımcısı Emma Bonino. Diğer ikisi, eski İspanya Dışişleri Bakanı Ana Palacio ve ABD’deki Demokrat Parti onursal başkanı Howard Dean.
Dünkü Radikal gazetesinde yayımlanan uzun makalelerinde, Başbakan Erdoğan’ın geçmişteki reformcu ve demokratik çizgisinin altı kalın biçimde çizilirken, bugüne yönelik ciddi eleştiriler yapılıyor.
Örneğin yazıda deniyor ki:
“Türkiye’de liberal demokrasinin durumu geriye gidiyor.”
Deniyor ki:
“Türkiye’nin etkileyici ileri atılımına liderlik etmiş olan Başbakan Erdoğan, bugün kendine olağanüstü bir güven havasıyla, muhaliflere dönük gitgide artan bir tahammülsüzlük estiriyor.”
Deniyor ki:
“Endişe verici işaretlerden biri, medya patronlarını, gazetelerdeki editoryal icraat ve içeriklerden sorumlu tutmaya yönelik rahatsız edici uygulamadır.”
Deniyor ki:
“Yakın zamanda yapılan bir araştırmada görüşleri alınan anaakım medyadan 67 gazeteci, rutin olarak otosansür uyguladıklarını belirtti.”
Deniyor ki:
“Türkiye Bilimler Akademisi,  kendi üyelerini seçme yetkisini kaybetme tehdidiyle karşı karşıya...”
Deniyor ki:
“Nedim Şener ve Büşra Ersanlı gibi gerçek gazeteci ve akademisyenlerin hiçbir inandırıcılığı olmayan suçlamalarla gözaltında tutulmasından dolayı endişeliyiz.”
Deniyor ki:
“AKP hükümeti üyelerinin, bu meşruiyeti olmayan gözaltıları savunma girişimlerini ve yargı sürecine saygı çağrılarını dehşetle karşılıyoruz.”
 Deniyor ki:
 “Yargı sürecine saygı, temelsiz suçlamalar ve meşruiyeti olmayan gözaltılar için bir kamuflaj olamaz.”
Deniyor ki:
“Açık ihlaller ve saçma suçlamalara rağmen yargı sürecine saygı göstermek telem ölçü olacaksa, o zaman 2008’de AKP’nin kapatılma davasına yüksek sesle karşı çıktığımızda veya AKP’nin laiklik karşıtı faaliyetlerin odağında bulunduğuna dair fiili hükme karşı kararlılıkla tavır aldığımızda vahim bir hata yapmışız demektir.”
Deniyor ki:
“Biz Türkiye’nin çoğulcu sivil topluma olanak sağlayan yeteneğini gitgide kaybetmesinden derin endişe duyuyoruz.”
Deniyor ki:
“Türkiye, Avrupa projesinin bir parçasıdır. Dolayısıyla Avrupa’nın yüksek standartlarıyla ölçülecektir..”
Deniyor ki:
“Türklerin kendi demokrasilerinin sağlığıyla ilgili olarak dostlarının söylediklerine kulak vermeleri lazım.” (Radikal, 27 Aralık 2011, sayfa 20)
Yerinde eleştiri ve uyarılar.
Elbette kulak vermek gerekiyor.

 

Ali Karacan’a tavsiyem
Dünkü yazımın girişinde, “Bizler yazı mahkûmuyuz; kafamızın arkasında durmadan dönen bir teyple dolaşırız” demiştim.
İşte o görünmez cihaz bir süredir gazetemiz Milliyet’teki can sıkıcı gelişmeleri de kaydedip duruyor.
Önce satıldık.
Sonra yeni patronlar, Karacan ve Demirören aileleri arasında anlaşmazlık patlak verdi. Daha iyi bir gazete için atılım derken, tam tersine patinaj yapmaya başladık.
Bir gazeteci ailesi olan Karacanların üçüncü kuşağını temsil eden Ali Karacan gazetede görünmez oldu.  
Sanayici Demirören ailesinin ikinci kuşağı ise elini taşın altına koyarak -ve gazetenin mutfağına da karışmadan- sektörü öğrenme çabasına girdi.
Demirören tarafının bu tutumu, Milliyet çalışanlarında, “Gazete sahipsiz değil, ihtilaf aşılır, işler yoluna girer” umudunu yarattı.
Öyle ya, gazetenin yüzde 50 hissesine sahip olan Demirören tarafı sorumlulukla hareket ediyor ve tüm riskleri üstleniyordu.
Buna karşılık Ali Karacan farklı bir yol izledi.
Şirket yönetimini kilitledi.
Kayyum atanmasını sağladı.
Sonra da şirketin feshini istedi.
Hukuki süreç öyle bir noktaya geldi ki, Demirören tarafının da eli kolu bağlandı.
Biliyorum, Ali Karacan öteden beri dedesi gibi, babası gibi gazete sahibi olma hayalini yaşıyor.
Olabilir.
Ama işler öylesine gelişiyor ki, böyle giderse, bir yandan kendi hayaline kendi eliyle ölümcül bir darbe indirecek, öte yandan Milliyet gibi köklü bir geleneğe sahip gazetede telafisi güç bir zarara sebebiyet verecektir.
Benim Ali Karacan’a tavsiyem bir an önce kenara çekilmesi ve Milliyet’e daha fazla zarar vermekten kaçınmasıdır.