Geçen hafta, İran dönüşü İstanbul’u büyük bir ‘Ortadoğu forumu’ olarak buldum. Mısır ve Lübnan’dan iki arkadaşım bir Ortadoğu toplantısı için gelmişlerdi. Onlar ile uzun uzun Ortadoğu konuştuk. Ertesi gün, British Council’un düzenlediği bir yemekli toplantıda, bir grup Britanyalı parlementer ile yine aynı konuları tartıştık. Bir sonraki gün, Columbia Üniversitesi’nin düzenlediği ‘Mısır ve Türkiye; Demokratik Dönüşümde Karşılaştırmalı Bakışlar’ başlıklı toplantılar dizisine katıldım.
Toplu oturum ve görüşmelerde Müslüman ülkelerde ‘demokratik dönüşüm’ konusu, ikili sohbetlerde ise, daha ziyade Suriye konusu ön planda idi ve herkes, ‘ne olacak bu Suriye’nin hali?’ sorusuna cevap aramaktaydı. Sonuçta, Suriye sürecine ilişkin kaygı ve sorular büyük ölçüde cevapsız kaldı. Akıl yürütmelerimizin tümü, Suriye’deki durumun karmaşıklığı ve politika belirlemenin, Türkiye başta olmak üzere tüm iç ve dış aktörler için ne kadar zor olduğu kanaatinin hakim olması sonucuna vardı.

Türkiye farklı bir örnek
‘Demokratik dönüşüm’ konusu ise çok daha genel ve her boyutu ile uzun uzun tartışmayı gerektiriyor. Başta Mısır olmak üzere, ‘Arap Baharı’ sürecinde demokratikleşme söz konusu olduğunda Türkiye örneği hem gerçekten esin kaynağı olabilecek bir tecrübe, ama diğer taraftan, yakın tarihin seyri açısından Türkiye çok farklı bir örnek. Diğer taraftan Türkiye örneği bir yandan, söz konusu ülkelere kıyasla çok yüksek bir çıta oluşturuyor. Ancak, AKP iktidarı sürecinin son döneminde, Türkiye’de demokratikleşme beklentileri açısından, iç açıcı olmayan bir süreç yaşanıyor. Daha doğrusu böyle düşününlerden biri olarak ben bu kanaatlerime dayalı yorumlar yapma gereği duydum.
Ortadoğu’dan gelenler ve özellikle Batılı gözlemciler, Türkiye’de demokratikleşme sürecine ilişkin kaygılarımızı, doğal olarak ilk bakışta laikçi tezlerin yansıması olarak algılama eğilimi içindeler. ‘Doğal olarak’ diyorum, çünkü gerçekten de, AKP iktidar sürecinin demokratikleşme zaafı öteden beri ve ne yazık ki halen büyük ölçüde, ‘muhafazakarlaşma’ kaygısı olarak gündeme geliyor. ‘Laikçi’ çevrelerin hayat tarzlarına ilişkin bazı kaygılarını anlamak mümkün olsa da, bence bu ülkede demokratikleşme açısından öteden beri, en büyük sorun; aslında muhafazakar veya laik her iki çevrenin de birbirinin otoriterliğine itirazı olmasına karşın, otoriter siyasetlere karşı ilkeli bir bakış ve duruşunun olmaması.
Aslında, demokrasi tartışması tüm dünyada da maalesef bu istikamete dönmüş görünüyor. Her kesimin kendi ve sadece kendi hak ve özgürlüklerinin peşinden gitmesi kanıksanmış vaziyette. O kadar ki, sohbet ettiğimiz Britanyalı parlementerlerden birine, Türkiye’de başörtüsü konusunun katı laiklik anlayışının en sembolik örneklerinden biri olduğunu, yıllarca bunun eleştirisini yaptığımızı söyleyince, ‘yani siz geçmişte başörtüsü mü takıyordunuz?’ diye sordu.
Yine de, tüm bu konuları ne kadar çok tartışsak, çatışsak, barışsak, yine tartışsak o kadar iyi diye düşünüyorum. Çünkü hem Türkiye, hem tüm bölge, hem tüm dünya çok zor zamanlardan geçiyor. Yeter ki, zor zamanlarda, ya korkup, tırsıp ya iktidar büyüsüne kapılıp yan çizmeyelim. Veya fırsatı gelmişken sırtını iktidara dayayıp, şahsi husumetlerin peşinde koşanları veya iktidarın kötü dediği her şeye cephe alıp göze girme derdine düşünlerin demokrasi tartışma ve mücadelesine gölge düşürenler ve işi gücü kara çalmak olanlara ön vermeyelim.