Ertuğrul Özkök, 9 Ağustos tarihli yazısında (Hürriyet) ‘Türk sorunu kendiliğinden kabarmıyor, kabartılıyor’ sözüme karşı bir dizi soru sormuş. O soruları da ayrıca cevaplamak isterim, ama benim asıl vurgu yapmak istediğim husus; Türkiye kamuoyunun kaygı ve kuşkuları neyse, bunları değişmez mazeretler olarak düşünmek yerine, toplumsal barış ve bir arada yaşama adına nasıl değiştirebileceğimize kafa yormamız, bu yönde tüm sorumluluğu Kürtlere veya Kürt siyasi çevrelerine yıkmak yerine, bizim üstlenmemiz gerektiği idi.

Özkök, bu konuda kendisinin gösterdiği çabalara örnek olarak, Öcalan ile görüşmeyi ilk önerenlerden birinin kendisi olduğunu ve ‘gerekirse ayrı yaşanabilir’ dediğini hatırlatıyor. Öcalan ile görüşme konusunda zaten belli ki ‘sorun’ yok, sorun bu görüşmelerin mahiyeti ve sonuçları. Öcalan ile görüşüp, ‘hadi talimat ver de, bu sorun bitsin!’ demenin bir anlamı olmadığı ortada. ‘Gerekirse ayrı yaşamayı önermek’ ise, hatırladığım kadarıyla, kardeşçe, barış içinde bir arada yaşama yolu aramaktan ziyade, ‘madem iş bu noktaya geldi, ayrılalım gitsin, zaten Türkiye’nin Batı’sı da Kürtlerin yükünü çekmekten bıktı’ tonundaydı.   

Ben de, ‘ayrılıkçı’ parti kurma veya ayrılıkçı fikirlerin özgürce ifade edilebilmesinin Kürt meselesini tartışma açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Hatta bu fikir özgürce ifade edilebilirse, birlikte bir gelecek tasavvur etmenin değeri, Kürtlerin bu konudaki iyi niyetleri daha iyi görülebilir diye düşünüyorum. Bu başka, Türkiye’nin her yerinde milyonlarca Kürt yaşarken, ‘istiyorlarsa ayrılsınlar da sonuçlarını görsünler’ havasına girmek başka. Dahası, bu ülkenin zenginliğinde, hamurunda Kürt vatandaşların varlığını yok saymak türünden bir ayrılık fikrinin ne kadar hakkaniyetsiz olduğu ortada.

Müzakerenin önü tıkanıyor

Türk sorunu, daha doğrusu Türkiye kamuoyunun ‘Kürtlerin sıkıntı ve taleplerini kuşku ve tepki ile karşılama’ sorununun üstesinden gelme konusundaki sorumluluğumuza gelince, konuşulacak çok şey var. Her şeyden önce, Kürtlerin önemli bir bölümünün kimlikleri çerçevesinde politikleşmiş bir toplum olduğu ve bu çerçevede talepleri olduğu gerçeğinin kavranması ihtiyacı var. ‘Daha ne istiyorlar?’ sorusunu, ‘nankörler, daha ne istiyorlar?’ tonunda değil, ‘sahiden bu insanlar ne istiyorlar?’ diye samimiyetle anlamak çabası ile sormak mümkün.  

Kürt siyasi hareketinin de üslup sorunu tartışılabilir, ancak bu çevrenin uzlaşmacı dili öne çıkardığında, ‘alttan almaya başladılar’, ‘olmayacağını anladılar’, sert üsluba başvurunca ise, ‘küstahlar’, ‘dillerindeki baklayı çıkardılar’ tepkisi ile karşılandığını unutmayalım. Dahası, Kürt siyasi hareketinin ne  söylediğine, ne istediğine kulak vermek, muhatap almak yerine ‘aralarında acaba nasıl çatışmalar var, bunları nasıl öne çıkarırız’ çabası ile gündeme taşıma gayreti var. Bu koşullar altında, karşılıklı güven ve müzakere imkânlarının önü tıkanıyor.

Bırakın, geleneksel milliyetçilik, ulusalcılık veya Beyaz Türk milliyetçiliğini, demokrat, liberal, sol aydınlar bile, Türkiye kamuoyunun Kürtler konusunda güvensiz, kuşkucu yaklaşımlarını bir nebze olsun dönüştürmek gayreti bir yana, temel sorunu Kürt siyasi hareketine yükleme tavrı içine girdiler. Şiddetin olduğu yerde, barışçıl dönüşümün olmayacağını hepimiz biliyoruz. Ama şiddeti devre dışı bırakmak adına, şiddeti ‘kötülemek’ dışında bir şey yapmak gerekmiyor mu? ‘Velev ki’, şiddet sorunu sadece Kürt siyasi hareketinin ‘şahin kanadının’ ve Türk ulusalcılarının ortak projesi olsun. Bu projeyi açığa çıkarmanın yolu yeni özel harekât timleri kurmak olabilir mi? Kimse, yeni savaşçı bir dilin ortalığı sardığının farkında değil mi? Suçu birtakım komplolara, çevrelere yükleyip, bu gerçekler görmezden gelinebilir mi?

Eşit bir tartışma ortamı aranmalı
Son olarak, memleketin sağcısı ile, solcusu ile, demokratı ile, liberali ile aydın kesiminin, Kürt siyasal hareketi ile eşit bir tartışma ortamı aramak yerine, üst perdeden akıl öğretme üslubunu benimsemiş olması, başlı başına bir ‘sorun’a işaret etmiyor mu? Siyasal mühendisliğe en çok karşı çıkanların, Kürtler söz konusu olduğunda birer başmühendis kesilmekte sakınca görmemesi, artık bir ‘Türk oryantalizmi’ sorunun da yükselmekte olduğunu göstermiyor mu? Bu arada, ‘Türk’ derken etnisiteyi değil, ‘egemen dil’i kastettiğimi hemen belirteyim.
Bu konuda en güzel örnek, Etyen Mahçupyan’ın 10 Ağustos tarihli (Zaman) yazısı olabilir. Mahçupyan, ‘demokratik özerkliği’ tartışma konusu ettiği yazısında, “PKK/BDP çizgisinin entelektüel çıtasını yükseltmesi lazım” hükmünde bulunmuş, “en doğal, meşru hak taleplerinin bile bu düzeysizliğin altında ezilip kaldığını” ileri sürmüş. Siyasi çevrelerin entelektüellik testinden geçmesi ne zamandan beri talep edilir oldu? Bugün Kürtler dışında hangi siyasi çevreye ‘düzeysiz’ demek bu kadar kolay?
Not: Semih İdiz, kendisine yönelik eleştirilerime cevaben yazdığı yazıda benim için ‘polemik yazarı’ tabiri kullanmış. Gündem çerçevesinde konuyu tartışmaya devam edeceğim ama öncelikle, İdiz’e bu tür ucuz yöntemlerden vazgeçmesini tavsiye etmek istiyorum.