Wall Street’i işgal edenlerin eleştiri oklarının birini “bankalara” diğerini de “medya”ya yöneltmiş olmaları aslında neye itiraz ettiklerini de anlatıyor. Bankaların ekonominin, medyanın da sosyal, kültürel ve siyasi hayatımızın can damarları olduğunu düşünürsek, eleştirinin, doğrudan içinde yaşadığımız sisteme yönelik olduğu açık.

Bugün yaşadığımız kriz, her ikisinde de karar alıcıların toplumdan kopmuş birtakım ekonomik güç sahibi kişi ve şirketler olması, bu can damarlarının tıkanmasına yol açarak toplumun çoğunluğu bakımından hayırlı olmayan sonuçlar üretti.

Böyle düşünen işgalciler haksız sayılabilirler mi? Gerçek de bu değil mi?

2008 krizinin en temel nedeni 1980’lerin iktisat politikaları çerçevesinde uygulanmaya başlanmış “deregülasyon” politikalarıydı. Bu politikaların en kestirme anlamı ise piyasalar üzerinde “kamusal” düzenleme yetkilerinin kaldırılmasının piyasaların topuzun ucunu fazla kaçırıp “Hep bana Rabbena!” diyerek çok yüksek kârlar elde etmiş olmalarıydı. Bu piyasaların başında da “finans” piyasası gelmekteydi.

Medya da durum farklı değildi. Orada da deregülasyonlar yapılmış, büyük sermaye gereklilikleri ve diğer giriş engellerinin varlığı sektörü az sayıda güçlü aktörlerin egemen olduğu bir yapıya dönüştürmüştü.

Nitekim bu regülasyon konusu 2008 krizi çerçevesinde G-20’lerin gündemine gelmişti. Özellikle finans sektörünün yeniden regüle edilmesi gündemin de ilk maddesiydi. Ama konu G-20’lerin gündemine gelir gelmez finans sektöründen de inanılmaz bir direnç ortaya çıktı. Sektörün aktörleri ellerindeki her türlü imkânı kullanarak hazırlıkları baltalamaya çalıştılar ve bugüne dek de başarılı oldular. (Hatta bugün Obama’nın siyasi geleceğinin bile finans sektörünün bu direncinin devam edip etmeyeceğine bağlı olduğu konuşuluyor.)

Bu direncin kaynağının finans sektörü, onun sembolünün de Wall Street olması Amerikalıların neden o meydanı işgal etmiş olduklarını da bize anlatmıyor mu?

Dünyadaki gelişmeler böyleyken, AK Parti hükümeti de bizdeki regülasyon kurumlarını hükümetin yetki alanına almak üzere harekete geçmiş durumda. Seçim öncesinde 643 no’lu KHK ile çeşitli üst kurulları yeni oluşacak bakanlık sayısı nedeniyle yeniden ilgilendirmek üzere bir çeşit serbest bıraktıktan iki ay sonra 649 no’lu KHK ile “Bakan, bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların her türlü faaliyet ve işlemlerini denetlemeye yetkilidir” diyerek bu kurumların özerkliklerini kaldırdı.

Amerika’da olanla bizde olan arasındaki fark, Amerika’da bu regülasyonların kurum ve kuralları yeniden tasarlanırken bizde hükümetin kurumlar üzerindeki yetkisinin arttırılması oldu.

Doğrusu bir toplumun kendi geleceğini belirleme gücüne sahip olması beni rahatsız etmez. 2008 krizinin yarattığı sorunları aşarken herşeyin piyasaya terk edilmesinin zararlı sonuçları hâlâ yaşanırken ve anlaşılan daha da yaşanacakken piyasaya “kamusal” bir müdahale anlamına gelen regülasyonların arttırılması benim için de uygun bir politika tercihidir. Ama burada ince bir ayrıma da dikkat edilmesi gerekiyor.

Bir toplumun ancak “temsilcileri” aracılığıyla kendisini yönetmeye izin veren “temsili demokrasi” mekanizması, içinde bulunduğumuz toplum yapısı dikkate alındığında artık zamanını doldurmuş bir mekanizmadır. Özellikle toplumun geniş sorunlarını ilgilendiren konularda yeterli meşruiyet sağlayamayan ve o nedenle de meşruiyeti eksik bir demokrasi ima eden bir mekanizmadır.


Dolayısıyla bir toplumun kendi geleceğini belirlemek anlamında “kamusal” yönlendirmelere evet, ama bu “kamusal” yönlendirmeler için gerekli meşruiyetin yalnızca “temsilci” olmaktan gelen bir meşruiyet olmasına hayır demek gerek.

Bu nedenle hükümetin oluşturmaya çalıştığı bir çeşit medya düzenlemesini bir de bu gözle okumak da fayda var.


“Biz yüzde 99’uz” diyen Wall Street işgalcilerinin verdikleri mesaj, toplumun kendi geleceği üzerinde toplumun tek yetkili olduğu ve bu nedenle de “temsili demokrasinin” de artık rafa kalkması gerektiği yönünde. Böyle okursanız böyle. Yok bunlar da gelip geçer derseniz o da size kalmış bir mesele.