"Bu fotoğrafa iyi bakın. Önceki gün Şırnak'ta çekildi. Kimse unutmasın, biz unutmayacağız çünkü." HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın duygularına yansıyan bu çığlık, bu isyanla; bir vahşete fal taşı gibi açılmış gözlerle baktık.

Şırnak’ın Dicle Mahallesi’nde özel harekat timlerinin siviller üzerine ateş açması sonucu yaralanan Hacı Lokman Birlik'in, sonrasında bir zırhlı aracın arkasında parçalanmış bir bedenle sürüklendiğini gördük. Görgü tanıklarının anlatımına göre, Birlik’i öldüren polisler kafasına basarak fotoğraf çektirdi.

HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız, Birlik’in karnı ve yüzünde çok sayıda mermi izi olduğunu belirterek, “Çenesi dağılmış, karnı ve ayakları paramparçaydı. Daha fazla dayanamadım, otopsiden çıktım” diye konuştu.

“Birlik’in burnundan çeneye kadar olan kısmı tamamen yoktu. Göğsünde avuç içinden daha büyük bir yara vardı. Kalçası tamamen parçalanmıştı, kalçasıyla beli arasındaki et dökülüyordu.

Otopsi raporunda gördük ki 28 kurşun sıkılarak infaz edilmiş. Düşmanlıkla kabili kıyas olmayan bir kin, vatanseverlikle kabili kıyas olmayan bir nobranlık, Kürd’e ders vermek için insanlığı yerde sürüklemiş.

***

“Keşke PKK’nın elinde esir olsaymışım diyesim geliyor… Savaşta mertliği bilirdik, kalleşliği de burada öğrendik” bu sözler; 7 Ocak 2009'da Ergenekon soruşturmasında gözaltına alınıp "silahlı terör örgütü üyesi olmak" suçlamasıyla tutuklanan Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesindeki Muhabere Arama Kurtarma Birliği’nde görev yapan Albay Levent Göktaş'a ait.

Savaşın bir hukuku ve ahlakı vardır.

Albay Levent Göktaş 1995’te Cudi Dağı’nda PKK’lilerle çatışırken birliğinden bir şehit verir. On da yaralı vardır. Beş altı kez girişimde bulunmalarına rağmen yoğun ateş nedeniyle şehit askerin cenazesini bir türlü bulup alamazlar. Hava eksi 35 derecedir… Saatler sonra telsizden gelen ses, PKK’li grubun sorumlusuna aittir ve cenazeyi ancak bir şartla vereceklerini söyler. Belirttiği yerdeki bir ağacın altına bazı ihtiyaç maddelerinin konmasını istemektedir. Karşılıklı söz verirler ve Albay Göktaş arkadaşlarının karşı çıkmasına rağmen kararlaştırılan saatte tek başına silahsız olarak giderek şehit askeri sırtlanıp döner.

Bu anlatılanlara "milli ve yerli" memleket insanlarının çoğu inanmayacağı için yorum yapmaksızın sözü Levent Göktaş'a bırakıyorum...

“Sabah 09.00'da, PKK’nın yanına indim. Çocuğun cenazesi yerdeydi. Yüzü tertemizdi, yıkamışlardı. Yüzüğü parmağında takılıydı. Her şeyi tamdı. Askeri sırtıma aldım. Çıkarken sağ ve solumda, kayaların arasında duran PKK’lılar ayağa kalkıp, beni selamladılar. Şehidin cenazesini aldım ve yukarı çıktım.”

Albay Göktaş, telsizini açarak verdikleri izin için PKK’lılara teşekkür eder. Bir gün boyunca çatıştığı PKK’lı grubun sorumlusu da sözünü tuttuğu için teşekkür eder Albay’a.

Ezgi Başaran'ın dediği gibi; "iki eliyle bir fotoşopu doğrultamayanlar", zırhlı aracın arkasında parçalanmış cesediyle sürüklenen gencin durumuna bakıp hayıflanmaz, utanmaz biliyoruz... Peki şehitlik mefhumuyla yol alan TSK mensubu subayın söyledikleri?

Savaşın nihayeti itibariyle akılsız ve ahlaksızca bir şey olduğunu düşünüyorum. "Savaşın ahlakı" denen olguyu kabul edilebilir bulmadığım için "savaşın mertliği" üzerinden bu olayın sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.

Hangisi daha hakçadır, hangisi daha mertçe!

Yaralı bir sivili 28 kurşun sıkarak infaz eden, bu gaddarlığı yeterli bulmayıp, zırhlı aracın arkasında sürükleyen devletin güvenlik mantığı mı, yoksa memleketin batısına göre eski usül bir hakşinaslıkla asker cenazelerine hürmet eden PKK'nin tutumu mu?

Bir kadın gerillaya işkence edip, çırılçıplak sokağa atan, bu çiğlik üzerinden kendine paye biçen güvenlik aklı mı, yoksa askerin elini, yüzünü yıkayıp subaya teslim eden "illegal" PKK'nin tutumu mu?

"Siz PKK'yi besliyorsunuz, düşmansınız, bu köyü yıkacağız" diyen, köy muhtarına "Sen devletin değil, PKK'nin muhtarısın" diyen, yere yatırılan köylülerin sırtında boza pişiren, bahsi geçince bile insan olanın nefesini kesen bir kepazelikle köylülere bok yediren TC'nin hassasiyeti mi, yoksa devletin subayının teşekkür ettiği PKK mi... Hangisi yüreğinize su serpiyor?

***

28 kurşunla hayattan koparılan, sonrasında zırhlı aracın arkasında parçalanmış bedeniyle sürüklenen Hacı Birlik’in hikayesi çoğumuz için dehşet verici olsa da "devlet-i âlâ" için rutin bir uygulama... İnsan haklarının ayaklar altına alınması hususunda hayli karanlık sabıkası var devletin.

Bu olayın bir benzeri 1992’de Cizre’de vuku bulmuş. Bu hikayeyi okuduktan sonra, devletin Kürtlere reva gördüğü zulmün hiç değişmediğine tanık olacaksınız. Kim bilir belki de Kürtlerin masumiyetini, güvenlik adı altında devletin sergilediği zorbalığı göreceksiniz!

Mesut Dündar, 1972 Cizre doğumlu. Çocukken menenjit geçirmiş, tedavi edilmediği için zihinsel engelli olmuş. Kürt halk müziği, şiiri ve renklerine ilgi duyan Dündar, belki de bir merak neticesinde çeşitli gösterilere katılmıştı.

Buraya kadar olan kısmı hazin bir yaşam hikayesi... Trajedi bu noktadan sonra başlıyor.

Sarı, kırmızı, yeşil renklerle gösterilere katılsa da zihinsel engellidir, sual olmaz dememiş devlet... Türk polisi hemen ise koyulmuş. Üç defa gözaltına alınmış ve her seferinde, polis tarafından dövülmüş ve işkence görmüş. Temmuz 1992’de, Cizre Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı polis memurları, Mesut'u almak için baskın yapıyor. Mesut’u Elazığ akıl hastanesine götürmek için geldiklerini söylerler. Akabinde babası Mesut'u alarak hastaneye gider. Mesut, hastanede öldürüleceğini düşünerek korkuyor ve camdan atlayarak hastaneden kaçıyor.

İşte bu kaçış, gözü pek polisin sabrını taşırdı. Polisler günlerce babasına işkence yaparak Mesut'un teslim olması için baskı yapıyor. Ta ki umut kesilene kadar.

6 Eylül 1992’de Mesut Dündar'ın cesedi boğulmuş olarak, Sulak köyü civarında bulundu. Görgü tanıklarının anlatımına göre dört silahlı kişi, elleri arkadan bağlı halde iken Mesut Dündar’ı boğmuştu.

Ceset ailesine teslim edilince Mesut’un göğüs kafesi, boğazı ve ensesinin tamamen morluklarla kaplı olduğu görüldü. Yüzü ve gözleri çamurla dolmuştu. Tanınamaz haldeydi.

Ölümünden sonra Mesut Dündar’ın boğulduğu yere gelen askerler, cesedin altında bir bubi tuzağı olabileceğini öne sürerek, cesedi bir zırhlı personel aracının arkasına bağlayıp sürüklediler.

Kürt çocuklarını öldürmek yetmiyor, onlarca kurşun sıkarak tanınmaz hale getirmek, mümkünse aracın arkasına bağlayarak sürüklemek gerekiyor... Türk'ün bağrında biriken nefreti ancak bu paklar.