Yıllar önce gördüğüm bir fotoğraf karesinin sloganıdır başlığa taşıdığım cümle. Üstü çıplak iki genç kadın İngiliz Kraliyetinin sömürgeci geçmişini bedenlerine yazdıkları "sömürge ayıbını göğüsümden defet" sözleriyle protesto ediyorlardı. Etkileyici ve samimi bir eylemdi. Bu yüzden hem akla, hem de vicdana hitap eden boyutu vardı.

Belki İngiliz Kraliyeti'nin mensubu değiliz ancak daha karanlık ve belalı bir maziye mensup olduğumuz çok açık.

Bitimsiz bir karanlık hem de...

1900'lerin başlarından bugüne dek kendisini muhafaza eden aşırı devletçi, insan haklarına asgari ölçüde dahi saygı göstermeyen paramiliter anlayışa karşı duyduğumuz utançtan ve içinde bulunduğumuz karanlıktan bahsediyorum.

O anlayışın halen kendisini muhafaza ettiğine hiç şüphe yok. Toplumun genelinin bundan pek bir rahatsızlık duymadığı da muhakkak. Rahatsızlık duymak bir yana destansı bir gururla o günleri yâd ediyorlar.

1915, Anadolu Hıristiyanları için çok uğursuz bir yıldı. Acısı on yıllara yayılacak bir trajedinin başlangıcıydı. Her ne kadar devletin ve toplumun "inkar" üzerinde zımmi itifakı olsa da, buna Anadolu’nun kadim halklarının hafızaları şahittir.

1915 Ermeniler için büyük felakettir, yok oluştur, soykırımdır.

Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi kararında "suçların suçu" olarak tanımlanan "soykırım" kelimesini ilk ortaya atan kişi Polonyalı Yahudi bir avukat olan Rafael Lemkin'di. Ermeniler'in 1915'te Osmanlı yönetimi tarafından uğratıldıkları mezalim Lemkin’in barbarlık suçu olarak adlandırdığı soykırımı kavramlaştırmasında etkili olmuştur.

Yunanca genos (ırk, soy), Latince cide (öldürme, kırım) kelimelerinden türettiği soykırımı Lemkin şöyle tanımlar: "Soykırım milletin tüm üyelerinin kitlesel kırımlarla yok edildiği durumlar hariç, bir milletin anında yok edilmesi anlamına gelmek zorunda değil. Ulusal bir grubun yok olması niyetiyle grubun elzem yaşam kaynaklarının yok edilmesi amacını taşıyan çeşitli hareketlerden oluşan örgütlü bir planı ifade eder. Bu tür bir planın hedefi ulusal gruplara ait siyasi ve toplumsal kurumların, kültürün, dilin, milli hislerin, dinin ve iktisadi varlığın tahrip edilmesi ve bu gruplara dâhil kişilerin bireysel güvenlik, özgürlük, sağlık, onur ve hattâ yaşamlarının yok edilmesidir."

İttihat ve Terakki 1913'te Balkan Savaşı'nı kaybettikten sonra Anadolu'yu Türk-İslam çoğunluk ekseninde homojenleştirmek istedi. İlerleyen dönemlerde despot Hitler'in ilham kaynağı olacak uygulamalar bir bir sahneye konuluyordu. 1914 yılı boyunca, Ege Bölgesinde, Rumları Yunanistan'a sürdüler. Amaç bu bölgelerdeki Hristiyan nüfusunu azaltmaktı. Ermeniler de bu anlayışa uygun imha edildiler.

1913’te Bab-ı Ali Baskını ile iktidarı zorbalıkla ele geçirmiş olan İttihat ve Terakki yönetimi, 24 Nisan 1915'de İstanbul'daki Ermeni cemaat önderlerinin neredeyse tamamını ölümle biten bir sürgüne gönderdi. Aynı yıl Tehcir Kanunu'nu çıkararak takriben bir buçuk milyonu aşkın Ermeniyi topraklarından koparmış ve ölüme göndermiştir.

"Bir gece ansızın gelen" bu felaket 1894-1896 Hamidiye Katliamları, 1909 Adana Katliamı ile başlayan Anadolu'yu Hristiyanlardan temizleme sürecinin son noktasıdır aslında.

Son olmasına sondu ancak eşi benzeri görülmemiş bir vahşetin de başlangıcıydı. Din üzerinden kıyımın nihayete erdiği, ırk üzerinden temizliğin gündeme alınacağı uzun yıllar bizleri bekliyordu artık.

Sıra Kürtlere gelecekti, rejimin din kardeşlerine yani...

"Kadınlarını ayrı aldılar, çocuklarını ateşe attılar, yalvarıyorlardı; çocuklarımızı yakmayın, onlara dokunmayın biz Müslüman olacağız." Yaşar Kemal'in şu cümleleri trajedinin boyutlarını gözler önüne sermektedir.

Bir pel altın için karnı deşilenler, nacaklarla kafası parçalananlar, ekmek pişirilen tandırlarda yakılanlar, uçurumdan aşağı atılanlar, suda boğulanlar, sayısı binleri bulan kafileler halinde göç yollarında açlık ve susuzluktan kırılanlar oldu. Besleme olarak alınanlar oldu. Uluorta tecavüz edilenler ve sürekli tecavüz edilmek üzere saklananlar oldu.

Ermeni soykırımı yürek yaralayan bir çok hatıranın hatırasına dönüşmüştür. Çok sık duyduğumuz sözlerden bir tanesi de şudur mesela: "Benim nenem de Ermenidir."

"Benim dedem tecavüzcüdür" diyemedikleri için midir, yoksa soykırım utancını taşımaktan usandıkları için midir bilmem ama çok sık kullanılır oldu.

Utanılacak bir maziyle, utangaç bir yüzleşme...

İttihat ve Terakki partisi, Türk-İslam sentezi üzerine homojen bir toplum yaratma çabasıyla yetinmedi. Daha ötesine geçip, daha kötüsünü yaptılar. Devletin varlığını bu felaketin inkarı üzerine inşa ettiler. "Ermeni kimliği" halk arasında küfür, devlet nezdinde suçun adı olarak anılır oldu.

Ötekileştirmek için Kürt siyasi hareketini dahi Ermeni olmakla suçluyorlar. Öyle ya Ermeni kimliği suçun kaynağıydı!

Devletin yanında yer alıp, soyunu kırmak için çabaladığı halkın adıyla anılmak, Kürtlerin soykırımdaki dahli gözönüne alındığında Kürtler için dramdır.

Ancak dramatik olan her en varsa Türkiye'de hakikattir.

Yer yer iyi anıların, çoğu zaman tahkir dilinin kurbanı olan Ermeniler, 101 yıl önce soykırıma uğradı. Hazin olan şu ki; 101 yıldır öldüklerini kanıtlamak için çabalıyorlar. 101 yıldır iyileşmeyen yaraları, dinmeyen acılarıyla çırpınıyorlar.

101 yılını geride bıraktığımız bu vahşetin ardından cevabını vermemiz gereken soru şu; bu utançla yüzleşmeden daha ne kadar yaşayacağız ve ne zaman İngiliz Kraliyetine isyan eden iki genç kadının cesaretiyle bu utanca kafa tutacağız?

Bu soruya yanıt bulup, soykırım utancını göğsümüzden defettiğimiz zaman birbirimizin gözlerine bakabilir, kedersiz uyuyabiliriz...