Suriye ile aramızdaki gerginlik gitgide yoğunlaştı ve uçak düşürmeye kadar da uzandı. Ama bu gerginlik elbette yalnız Türkiye ile Suriye arasında değil. Dünyanın bir kısmı Esed ailesinin yönetimi altında bir Suriye’den hiç hoşnut değil ve bu durumun bir an önce değişmesini istiyor. Bu konuda, Suriye’deki iç çatışma başladı başlayalı, bizim üzerimizde de bir baskı oluştuğu hissedilebiliyordu. “Ne bekliyorsunuz?” diyorlardı sanki.
Tabii bu gelişmelerle birlikte Suriye’nin adı Rusya ve İran’la birlikte anılır oldu. Yani dünya yeniden cepheleşmeyi başardı. Türkiye’nin “bekleme”sinin bir nedeni de bu olabilir. Öyle veya böyle, uçağın düşürülmesini izleyen temkinli tutum isabetli. Ne yapılacaksa, uluslararası hukukun kuralları içinde yapılmalı ve dünya kamuoyunun bilincinde soru işareti yaratacak davranışlardan sonuna kadar sakınılmalı.
Uçağın düşürülmesiyle sonuçlanan olaylar dizisinin buradaki açıklamasına bakıldığında, Türkiye’nin de kabul ettiği bir “sınır” ihlâli durumuna rağmen, bir “kaçınılmazlık” atmosferi, yani o uçağı ne yapıp edip vurma zorunluluğu gibi şey de görünmüyor. O zaman, sanki Suriye belâ arıyor gibi bir izlenim ediniyor insan. İçeride bütün bu kıyamet sürüp giderken, herhangi bir ciddi tehdit içermeyen bir Türk uçağını düşürmenin anlamı ne? İçerideki sorunu, bir “dış sorunla” perdeleme çabası mı, ne oluyor? Ne gibi düşüncelere dayandığını çıkaramıyorum; hattâ bir “düşünce”ye dayandığı kesin değil. Ama bütün bunların Esed için hayırlı sonuçlar verebileceğini hiç sanmıyorum. Gördüğüm kadarıyla, Esed de, ürünü olduğu rejim de, gidici. Mısır’da ihvanın seçimi kazandığını görürken, Suriye’de Esed sonrasında ne olacak, ne bitecek, bir tahminde bulunmak, daha doğrusu, şu sıra Mısır’da olandan farklı bir gelişme beklemek pek akıl kârı değil. Birçok Arap ülkesinde, Ortadoğu ülkesinde, bir şey bitiyor, bu belli; ama bu biten şeyin yerine ne başlıyor? Bunu pek seçemiyoruz. Kısa vade içinde belli olacağını da hiç sanmıyorum.
Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, Osmanlı İmparatorluğu ortadan kalktığında, bu bölgede birtakım haritalar çizildi. Ama hayat onlara göre devam etmedi. Çünkü, o haritalar birtakım varsayımlar üzerinden çizilmişti, oysa bölgenin olguları o varsayımlara uymuyordu. Aradan geçen bunca yıldan sonra, hâlâ da uymuyor. Örneğin, İran ve Irak etnik olarak farklı iki temel, ama Irak’ın Şiî Araplar’ı ile İran, bu Şiî Araplar’la Sünnî Araplar’ın olduğundan daha birbirine yakın görünüyorlar. Etnisite mi, mezhep mi, hangisi daha gerçekçi ayırıcı çizgi? Lübnan bir “ülke” mi? Ayrıca, Ürdün bir “ülke” mi? Kim ilân etti, onların “ülke” olduğunu? İlan ederken, kendilerine danışıldı mı?
Süpergüçler, tanımı gereği, danışmaya ihtiyaç duymazlar, istediklerini yaptırmak üzere işleri başlatma gücüne de sahiptirler. Başlatacak güçleri vardır, başlatırlar. Ama bitirmek, yalnız “güç”le olan bir şey değildir. Onun için de, süpergüçlerin başlattıkları işler, bir türlü bitmez; yani onların istediği gibi bitmez, onların istediği, beklediği sonuçlara varmaz.
Yıllar önce Sovyetler Birliği Afganistan’a şöyle bir yön ve bir biçim vermek istemişti hatırlıyorsunuz, değil mi? Tarakî’ler, Babrak’lar geldiler, gittiler. Orada bu işler olurken Amerika da Sovyetler’in “başlattığı” sürecin onların istediği şekilde sonuçlanmasına engel olmak üzere devreye girdiler. Bunu başardılar; Afganistan, Sovyetler Birliği’nin istediği Afganistan olmadı.
Öyleyse, Amerika’nın istediği Afganistan mı oldu?
Afganistan’da “konuşlanmış” Amerikan Silâhlı Kuvvetleri’ne bakarak, buna “evet” diye cevap vermek imkânsız.
Gelgelelim Amerika “kendi istediği Ortadoğu”yu yaratmakta kararlı görünüyor. Bu hepimiz için ne anlama, anlamlara geliyor, göreceğiz.