Kapitalizmin aşırı piyasacı ve bireyci vurgusuyla yol aldığımız son otuz yılın geldiğimiz şu noktasında, temel düsturlarından biri “dayanışma” olan “İslamcı” siyasetin dünyada ve Türkiye’de bir tür yükselişini yaşıyor olmamız yalnızca ilginç bir tesadüf olarak görülebilir mi?

İnsanın dünyada yaşadığı deneyimlerden biri olan kapitalizm, nasıl, “tüketmek için üretmek”ten“üretmek için üretmeye” dönüşmüş bir sistem anlamına geliyorsa (yani kâr için üretmek) aynı şekilde, insan hayatlarının da içlerini boşaltarak, hayatı; “hayat olduğu için yaşamaktan” “üretmek için yaşamaya” dönüştüren bir sistem anlamına da geliyor. Bu sistem zaman içinde, insanlar için hayatı kolaylaştıran gelişmeler yaratmış olsa da, her seferinde kendi açığını ortaya koyan gelişmeleri içine alarak “kendinin” kılma esnekliğini göstermiş olsa da özünde insanları bir tür “modern kölelere” indirgeyen bir sistem.

Bu sistem her seferinde daha geniş coğrafyalara yayıldıkça da özünde varolan sorunları da o coğrafyalara taşıyor. Bir başka deyişle kapitalizm dünyanın her yerinde “ücretli köleleri”yaygınlaştırdıkça, yarattığı sorunları da yaygınlaştırıyor ve önerdiği bireycilik ve piyasa sistemi de tartışmaya açılıyor. Tabii bu arada alternatif arayışları da...

Nitekim Sovyetler Birliği deneyiminin başarısızlığının yarattığı boşluk, yeni bir “dayanışmacı”,“bireye olduğu kadar toplumsala da vurgu yapan” “özgürlükçü ve katılımcı” alternatif bir sol siyasetle doldurulamayınca bu boşluk “dinî” bir çerçeve içinden de olsa “benzer” vurguları olan“İslami siyaset”i öne çıkardı. Benim anladığım Arap Baharı’nın da, Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yükselişinin de arkasında diğer nedenlerin yanısıra bu gelişmeler de var. (“Benzer” demekten maksadım, “ataerkil” bir zihniyet dünyası içinden algılayarak ifade ediyor olsa da İslami siyasetin “insanı ve toplumsalı öne çıkarması” ve “dayanışma” gibi hassasiyetlere vurgu yapması ile sol siyasetlerin vurgularının benzeşiyor olması.)

Nitekim bugün itibariyle Türkiye’de siyasetin İslami kesimler tarafından belirlenir hâle gelmesinin arkasında kemalist bir devlet anlayışının yarattığı mağduriyetler kadar kapitalizmin yarattığı insana ve topluma ait ihtiyaçların “sol” bir siyasetle doldurulamamış olması gerçeği de var.


Türkiye’de sol siyasetin, kendini 
öyle amaçlamamış bile olsa “laik” kimlik içinde tanımlamış olması, bu nedenle de dindar çevrelerle kendi arasına duvarlar örmesi kendi “dayanışma”, “katılım”, “özgürlük” gibi kavramlarını bu kesimler arasında tartışabilme imkânını da önlemiştir.

O nedenle de bugün Türkiye’de sol siyasetin “marjinal” gibi durması, derdini topluma anlatamaması büyük ölçüde dindar çevrelerin talepleriyle kendi talepleri arasında bir etkileşim oluşturamamasıyla yakından ilişkilidir.

Oysa karşımızdaki durumda toplumun “dayanışma” talebi, yalnızca onun “dindar” bir toplum oluşuyla, kemalist bir devlet anlayışı altında mağdur bırakılmışlığıyla değil, aynı zamanda kapitalizmin kendisini sıkıştırdığı “ücretli kölelik” düzeninin, üstelik de en bayağısından bir versiyonunun geçerli olduğu bir ülkede yaşıyor olmasındandı. Bunu kavramakta zorluk çeken sol siyaset eğilimlileri İslami kesimlerin dertlerini anlayamamış, onların hayat tarzlarıyla ilgili taleplerini kendi özgürlük anlayışlarıyla bağdaştıramamıştı.

Bu boşluk hâlâ orada ve doldurulmayı bekliyor.