Bugünlerde kulağımı nereye çevirsem savaş tam tamları duyuyorum.
Başbakan Erdoğan ve bazı hükümet üyelerinin “Gereğini yaparız!”sözleri uzunca süredir manşetlerde dolaşıyor.
Doğu Akdeniz sanki fokur fokur!
İsrail’i, Güney Kıbrıs’ı, Suriye’yi ve PKK’dan dolayı Kuzey Irak’ı hedef alan savaşçı bir söylemin dili gitgide keskinleşiyor.
Özünde haklı olabilirsiniz.
Ama bu dil hoş değil.
Bu dil tehlikeli.
Savaş tam tamlarıyla haklı olduğunuz davalarda çıkmaza girebilirsiniz.
Bunun 1974 Kıbrıs’tan başlayarak o kadar çok örneği var ki.
Başbakan Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı güzel konuşmanın Filistin-İsrail bölümünü okuyorum. Filistin’i savunurken İsrail’i ağır dille eleştiriyor, son derece haklı noktalara değiniyor:
“İsrail’i yönetenler, barış için gerekli adımları atmak yerine, her geçen gün barışın önüne yeni bir engel çıkarmaktadır.
İşgal altındaki Filistin topraklarıdır.
Orantısız güç kullanan İsrail’dir ama yaptırım uygulanmayan yine İsrail’dir. İşgal altındaki Filistin topraklarında, uluslararası toplumun tüm çağrılarına rağmen devam eden yasa dışı yerleşimler ile Gazze’ye yönelik abluka bu kapsamda en öne çıkan iki husustur.
Türkiye’nin Filistin devletinin tanınmasına desteği koşulsuzdur. Türkiye, Ortadoğu coğrafyasında barışın hâkim kılınması için her türlü çabayı sarf etmeye hazırdır.”
Bunlar haklı sözler.
Ortadoğu’da bugün ‘savaş’ı İsrail temsil ediyor. İsrail’i yönetenlerin bu tutumudur, Filistin meselesini yalnız Arap dünyasında değil, neredeyse tüm İslam dünyasında ‘sorunların anası’ haline getiren ve de uluslararası terörü besleyen...
Ama aynı zamanda bu ‘savaşçı’, uzlaşmaz  tutumu İsrail’i dünyada gitgide yalnızlaştırmış, tecrit etmiştir.
Bu açıdan, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ‘Oslo süreci’ndeki bir toplantıda PKK temsilcilerine söylediği şu sözler bir  gerçeği yansıtır:
“Ben demokratik mücadele içerisine girip de, dünyada sonucuna ulaşamamış hiçbir hareket görmedim. Bakın dünya siyasi tarihine, devrimler tarihine. Gandi’den tutun da, Polonya’daki işçi hareketine, Güney Amerika’daki hareketlere varana kadar, bakın demokratik siyasi mücadele verip de meşru, kabul edilebilir evrensel hedeflerine ulaşamamış  hiçbir hareket görmedim.
Şu an Ortadoğu da böyle yani...
Bakın İsrail’in imajı yerle bir olmaya başlıyor, meşru çizgide duran Filistin hareketi daha da güç kazanıyor.” (İnternete düşen görüşme zabıtlarından)
MİT Müsteşarı Hakan Fidan, ‘Beşinci Oslo buluşması’nda PKK’nın neden silah ve şiddetten vazgeçmesi gerektiğini örgüt temsicilerine anlatırken İsrail örneğini veriyor.
Kısacası:
Savaş değil barış!
Savaşın değil, barışın dili!
Veyahut:
Savaşı diplomasinin bir aracı olarak görmenin içerdiği tehlike...
Bu konuyu Mehmet Barlas dün Sabah’taki başyazısında yerli yerine çok güzel oturtmuştu. Ben de bugünkü yazımın başlığını ondan aldım.
Son bölümü şöyleydi:
“Siyasetçiler savaşı değil barışı temsil ettikleri ölçüde ‘devlet adamı’ rütbesine ulaşırlar.
Nüfus ve silah üstünlüğüne dayalı olarak dünya siyasi coğrafyası belirlenmiş olsaydı, tüm Asya Çin’in, Afganistan Sovyetler Birliği’nin olurdu, İsrail varlığını koruyamazdı.
1980’li ve Özal’lı yıllarda Ege’de sular yine kızıştığında, bir Türk- Yunan savaşına ilişkin simülasyon yapılmıştı bir toplantıda.
Trakya’daki dar koridorda aylar sürecek karşılıklı yıpratmaya dönük kara savaşının ve iki ülkenin uçaklarla birbirlerinin kentlerini bombalayarak tahrip etmelerinin sonunda, BM’nin devreye girip ateşkesi sağlayacağı bir tablo öngörülmüştü bu simülasyonda...
Her ülkenin ve her siyasetçinin savaşı diplomasinin bir aracı olarak görmekten kaçınmaları gerektiğini her zaman hatırlamalıyız.
Unutmayalım. Barışta yaşlılar, savaşta gençler ölür.
Buddenbrooks Ailesi’nin, ‘Sihirli Dağ’ın Nobelli yazarı Thomas Mann, İkinci Dünya Savaşı’nın gelişini, “Savaş, barışın problemlerinden korkakça kaçıştır” diye yorumlamıştı.