Ölüm haberlerinin gelmediği günlerin özlemiyle...

Ne yazayım?..  Gün yeni doğuyor.  Uyku tutmadı.
Bilgisayarın karşısına oturdum.
Gazetelere bakıyorum internetten.
Şaşırtıcı bir şey yok.
Her şey böyle günlerdeki gibi...
Ne yazayım?..
Aynı şeyleri o kadar çok yazdım ki.
Üstüne bir de kitap çıktı.
Nadir Nadi’nin kendisiyle ilgili bir sözünü anımsıyorum:
“Bu adam dünyaya boşuna gelmiş diyecekler!”
Belki de öyle.
Tepeler sisli, denizin üstüne sis inmiş hüzün gibi...
Ne yazayım?..
Yasemin Çongar Taraf’taki köşesinde, Başbakan Erdoğan’ın medya patron ve yöneticileriyle -yazılmamak kaydıyla- yaptığı görüşmeye şöyle bir değinmiş:
“Erdoğan’ın, (halkın bilgilenme hakkı ve gazetecinin bilgilendirme göreviyle, PKK’ya propaganda imkânı tanımak arasındaki çizgiye dikkat edilmesi) yönündeki tavsiyesinden ziyade, gazeteci milletinin kendi kendini sansür etme konusundaki gönüllülüğüne şaşırdım ben.
Medyayı daha da ‘tektipleştirecek’ yöndeki tekliflerin hükümetten çok medyadan gelmesinde, insanın nefesini kesen bir şey vardı hakikaten.
Belki de oksijen azlığı havalandırmanın yetersizliğinden değil, ‘Şu Karayılan röportajlarını yasaklamamız gerekmez mi?’ ve ‘Böyle saldırılar sonrasında bizden nasıl bir yayın yapmamızı talep ediyorsunuz?’ türünden sorular sormayı kendisine reva görebilen meslektaşlarımızın toplantıda ‘yeter sayı’ya ulaşmasındandı. Gazeteci milleti olarak aynada pek güzel görünmüyorduk velhâsıl.”
Ben ne yazayım?..
1992 yılı Aralık ayının 13. günü, Sabah gazetesindeki köşeyazım şu satırlarla başlıyor:
“Sadece gerçekten yanadır gazeteci. Devlete yardımcı olmak, devlete karşı olmak, devleti yönetmek gibi merakların peşinde olamaz, eğer gerçekten gazeteciyse... Şurası iyi bilinmelidir: Devletten bağımsız bir meslektir gazetecilik!”
Daha geçen hafta Pazar günü yazdım bu konuyu, Başbakan Erdoğan’ı da eleştirerek. Tekrar etmenin faydası ne olabilir ki? Demokrasilerde medya devlete hizmet arz etmez, deyip geçmek en iyisi...
Ne yazayım?..
PKK, Amerika’yı karşısına  alıyor. PKK, Irak Kürt Yönetimi’ni karşısına alıyor.
Irak’tan çekilirken Amerika’nın bölgede Türkiye’ye daha çok ihtiyacı var. Zaten Arap baharı da Washington’u Ankara’ya daha çok yakınlaştırmış durumda.
Öte yandan Irak Kürt yönetimi de, Amerika Irak’tan çekilirken Türkiye’yle daha iyi ilişkiler içinde olmaya özen gösteriyor. Çünkü, Sünni olsun Şii olsun Arapların Kürtleri Amerikan işbirlikçisi olarak gördüklerini, Kürtlere yer yer diş bilediklerini biliyor.
Bu arada Amerika’nın, Tahran ve Şam’la oynaşan bir PKK’ya sopa göstereceği konusunda herhangi bir kuşku yok.
Bir başka deyişle:
Amerika da, Irak Kürt yönetimi de, bugünün koşullarında PKK’nın Türkiye’yle iyi ilişkilerini torpillemesine izin vermek niyetinde değiller.
Hatta bölgede gitgide tecrit olduğunu gören İran bile, PKK’ya karşı Türkiye’nin elini bir ölçüde rahatlatmak isteyebilir.
Kısacası:
PKK son saldırılarıyla, şiddet eylemleriyle manevra alanını fena halde daraltmış, kendi kendini kurt kapanına sokmaya başlamış durumda.
Oysa, Kürtler artık savaş değil barış istiyor. Yeterince acı çektiler çünkü.  PKK’nın bu gerçeği görüp bir an önce ateşkes, eylemsizlik ilan etmesidir aklın gereği.
Ne yazayım?..
Silahların susması, siyasetin konuşması lazım.
Bu yolu tekrar açabilecek olan iki kişi var.
Biri Ankara’da, öteki İmralı’da.
Erdoğan’la Öcalan.
Evet öyle.
Başbakan Erdoğan’ın arkasında büyük bir siyasal güç ve yakın geçmişte sergilemiş olduğu büyük bir siyasal cesaret var.
Öcalan’ın da otoritesi var hâlâ, hem PKK’nın hem Kürtlerin üstünde...
Bu meseleyi sonunda yine silah değil siyaset çözecek.
Ne yazayım ki?..
Canım sıkkın.
Erdoğan’ın medyayla yaptığı toplantıya, benim adımın da geçtiği Çankaya buluşmasına, Sayın Başbakan’la medyanın hallerine sözü getirmek içimden gelmiyor.
Ama Yasemin Çongar’a teşekkürü borç biliyorum.
Uzun lâfın kısası:
Dağlardan ölüm haberlerinin gelmediği, silahların sustuğu günlerin özlemiyle...