Başbakan’ın ortaya attığı saçma sapan konuları herkes tartışıyor ama bu Erdoğan’ın zekâsından ya da bilgisinden kaynaklanmıyor, bu sadece onun başbakan olmasından ve “yargıya talimat verebilmesinden” kaynaklanıyor.

Samimiyetle bir düşünün.

Anadolu’nun herhangi bir köyünde, askerliğini İstanbul’da onbaşı olarak yaptığı için çok “görgülü” bulunan bir ihtiyar bu konuşmaları yapsaydı, Kürt sorununun çözümü için “idamı” ve “Kürtleri Meclis’ten atıp tutuklamayı” önerseydi, Kanunî’nin “otuz yıl attan inmeyen bir babayiğit olduğunu” söyleseydi, “Bizanslı hanımlar Fatih’e demiş ki” diye uydursaydı, “ecdadımızı kötü gösteriyorlar” diye ecdat palavralarına girişseydi, “asıl Çamlıca’ya bir cami yapacaksın minaresi Sofya’dan gözükecek” diye mimari dehasını ortaya koysaydı, “ecdadın atının gittiği her yere gideriz” diye başı sonu tutmaz laflar etseydi, bu lafları ciddiye alan olur muydu?

Bu cümleler Ahmet Altan'ın... Soluklandığı her nokta vicdani hakikatlerden bir destan gibi.

Dünden bugüne değişen tek şey "yıllanmış yalanlar" oldu.

Böyle yazınca hükümetin "tevilci yamacıları" alınıp "Reisi Cumhur Hazretlerini" istemeyen dış güçlerin işi diyerek riyakârlığın dibini boylasalar da durum böyle.

Bizatihi Reisi Cumhur tarafından parçalanmaktan bitap düşmüş bir toplum ve toprak damlı evlerden taşan dramlar, kör olmayan bütün gözlerin göreceği acı hatıralara dönüştü.

Kim ne derse desin parçalanmış bölünmüş bir toplumuz. Bencil egolarımızla çıldırmış bir toplumuz.

Hâlâ nihayette ermeyen 30 yıllık Türk-Kürt savaşı toplumun bütün dinamiklerini darmadağın etti.

Bir tarafta haksızlığa uğramışlığın hicranıyla tutuşan Kürtler, diğer tarafta kendilerini ülkenin sahibi olarak gören Türkler.

"Afedersiniz Ermeni" denilerek ırkçı saldırılara uğrayan Ermeni halkı tedirgin.

Yıllardır "Sünni öfkenin" zulmünden korkup askerlere sığınan Aleviler, her doğan güne yeni bir ölümle uyandıkları için yaralı ve endişeli.

Mutlak kötülüklerin kaynağı olarak Türk'ün zihnine kazınan Kürtler, silah ve savaşın kahramanlık destanlarıyla yaşam savaşı veriyor.

"Varsa yoksa Kobane" diyen faşist akıl, canını ve namusunu korumak için bunun hayat memat meselesi olduğunu kavrayamıyor. Kavramadıkları için de Kürtler'in yaralarına tuz serpiyorlar.

Türkler, muhafazakârlar ve ulusalcı kentliler olarak keskin bir bölünmüşlükle cumhuriyet ganimetlerini pay etme savaşına giriştikleri için bu bambaşka bir savaşın fitili oldu.

Ölümüne bir savaş!

Kentliler Atatürk üzerinden savaşırken, dindarların devleti pay etme üzerine aynı savaşı verdiğini görüyoruz.

Yeni savaşın taşıyıcısı ve yaratıcısı "Kürt sorunu benim sorunumdur" diyerek yola çıkıp şimdilerde memleketin her muhitine düşman mevzisi kazan Erdoğan'dır.

Erdoğan'ın hiçbir somut temele dayanmayan bilgisiz üslubu siyaseti kutuplaştırmakla kalmıyor, bu lümpenlik tabi olarak toplumu da etkiliyor.

Hafızası palavradan ibaret bir topluma milliyetçilik aşılarsanız, "kefen giyen gençler" daha da kötüsü "ölüye sırtını dönen dindarlar" yaratırsınız.

Sadece sertlik, hakaret, tehdit, posta koyma, ecdat böbürlenmeleri, çirkin cami furyasıyla, giriştiğiniz toplum mühendisliği düşmekte olacağınız uçurumun güzergahıdır.

Kürt siyaseti, “asacaksın birkaç Kürd’ü, birazını atacaksın içeri, bak nasıl düzeliyorlar” düzeyine geldi.

Roboski katliamından sonra “Genelkurmay Başkanı’na teşekkür eden” Başbakan’dan, bir çocuğun öldürülmesinden sonra "annesini yuhalatarak" kitlesini abâd eden bir Başbakan'dan, Hrant Dink’in öldürülmesinin yolunu açan kararı imzalayan yargıca “ombudsmanlık” veren bir Başbakan’dan her türlü melanet beklenir doğrusu.

Birinci sınıftaki öğrencilere zorunlu din dersi dayatması, eğitimde hafızlık molası, anası bellenmiş memlekette saat 10'dan sonra içki satışının yasaklanması....

Bunların hepsi kazın ayağını kurtarma çabasıyla yapılsa da ne kaz kaldı ne de ayak.

"Kapıyı kırın alın" diyen bir müsteşar, "sıkı ise gelin yıkın" diyen bir Reis, hukukun adı oldu.

Askeri harcamaların şeffaflığı ve sivil otorite tarafından denetlenebilirliği yolunda demokratik adımlar Türkiye'yi hâlâ beklerken, ileri demokrasi dediğimiz şey "kabile gericiliği" değildir de nedir!

Milli Güvenlik Kurulu 1960’taki 27 Mayıs darbesinin ürünüdür.

Acı olan şu ki; o günün kurumları hâlâ toplumun belli kesimlerini sindirmek için kullanılıyor.

Ve bu acı hadiseler matah bir şeymiş gibi Milli Güvenlik Kurulu kararları olarak üniformasız bir emir kulu tarafından topluma duyuruluyor.

Zorba bir kabile çirkefliğiyle yönetilen "yeni Türkiye" kendi düzenini tahkim etmek için militarizmin sıkı yönetim politikalarının tamamını pervasızca kullanmaktadır.

Sayın Erdoğan, kardeşlik güzellemeleriniz vicdanlı insanların nazarında "köle siyahilere yaptırılan beyaz pasta" kadar kıymetlidir.