VARŞOVA
Elimde şapkam dünyanın dört bir yanını geziyor ve Allah rızası için güzel bir maç diye yakarıyorum, diyor Uruguaylı romancı Galeano...
Ben de böyle bir yoldayım.
Ama maça daha var.
Sabah vakti o kahveyi arıyorum Eski Şehir’de. Bu memlekete ilk defa geldiğim 1990 yılında tesadüfen bulmuş, Varşova’dan ilk yazımı da bu kahveden yazmıştım.
Köşedeki eczanenin vitrinine gözüm ilişiyor. Aynı yerin hemen savaş ertesi, 1945’teki yanmış yıkılmış halini gösteriyor.
Bu şehirde hangi tarafa başımı çevirsem, Nazi işgalini, savaşları, Holokost’u, Sovyet işgalini, totaliter rejimleri çağrıştıran bir şeyler görüyorum.
Kahveyi buldum galiba.
Cafe Bristol.
Bristol Oteli’nin altındaki kahve hiç değişmemiş tabii.
Duvardaki savaş öncesi fotoğraflar da bir yandan geçmişin acılarını çağrıştırıyor, diğer yandan nasıl bir geleneğin, kültürün ürünü olduğuna da anlatıyor kahvenin...
Doğu Avrupa’da dipten vuran dalgalarla duvarların, totaliter rejimlerin çöktüğü bir dönemde gelmiştim Varşova’ya ilk kez.
1990 yılı Ocak ayıydı.
Berlin Duvarı daha yeni yıkılmıştı. Moskova’da Gorbaçov’un ‘komünizmde reform’ yapacağını sanıp tarihin akışını elinde olmayarak olağanüstü hızlandırdığı bir zaman diliminde yaşıyordu insanlık. Sovyetler Birliği tarihe karışmak üzereydi.
Tarih kanatlanmıştı!
Polonya Komünist Partisi’nin kendi eliyle kendi kapısına kilit vurduğu günlerde gelmiştim Varşova’ya 1990’da.
Bir Polonya gazetesinin Elveda Efsane başlıklı başyazısının ilk satırları şöyleydi:
“Kırk yıl boyunca devlet partisi olarak çalıştı. Devlet onun vitriniydi. Her şeyi tekeline almıştı. Ama kendini topluma kabul ettiremedi. Arkasından gözyaşı dökmüyoruz, üzülmüyoruz.”
1990 yılı başında demokrasiye geçiş başlamıştı Polonya’da. Dayanışma iktidardaydı, ipler de Lech Walesa’nın elinde.
IPI’dan bir heyetle Dayanışma’nın Gazete isimli günlük yayın organını ziyaret etmiştik. Yönetmeni bir meslektaşımız, Adam Mischnik’ti. “Komünist Parti’nin cenazesini yeni kaldırdık” dedikten sonra eklemişti:
“Tarih yeterince hızlandı Polonya’da. Değişimi daha çok zorlamamak lazım. Yoksa demokratik gelişim tehlikeye girebilir. Her devrim böyle başlıyor. İnsan hakları, özgürlük, eşitlik... Sonra giyotin geliyor, Fransız İhtilali’ndeki gibi... Biz bu noktadan sakınmalıyız.”
Polonya gibi acılarla yoğrulmuş bir ülkede, tarihin yeni sayfalarını yazan bir liderin sabrını, gerçekçiliğini yansıtan sözlerdi.
Daldım yine...
Futbol yazacaktım değil mi?
Ama Polonya gibi acılarla yoğrulmuş bir ülkenin çoğu Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan şairlerini de yazabilirim. Czeslaw Milosz’u, şiirin Mozart’ı diye anılan Wislawa Szmborska’yı...
Ama şimdi futbola döneyim.
Akşam maç var!
Portekiz’le Çek Cumhuriyeti arasındaki ilk çeyrek final karşılaşmasına gideceğim.
Varşova’da Euro 2012’nin havası epeyce sönmüş. Polonya milli takımı turnuvaya veda ettiği için heyecan yok ortalıkta...
Nowy Swiat Bulvarı’nın girişinde Euro 2012’yi temsil eden kocaman futbol topunun etrafı çok tenha.
Tam karşısındaki Charles de Gaulle heykelinin dibindeki bir buket kırmızı çiçek ve ıhlamur ağaçlarından gelen kokular ne güzel...
Bristol Cafe’de uzaktan uzağa Bach’ın bir adagiosu kulağıma çalınıyor.
İçim ısınıyor.
Portekiz milli takımının 43 yaşındaki teknik direktörü Paulo Bento yeni bir takım inşa etmenin peşinde.
Nasıl Almanya’nın omurgasını Bayern Münih, İspanya’nınkini Barça oluşturuyorsa, Bento da Portekiz milli takımını Sporting temeline oturtma çabasında.
Portekiz’in hocası 2004’te futbolu Sporting’de bıraktıktan sonra genç takımı çalıştırmaya başlamış. Bu arada Sporting Futbol Akademisi’ni güçlendirerek çok iyi bir altyapı oluşturmuş. Ronaldo, Quaresma bu akademiden mezun.
Daha ilginci, Paulo Bento milli takımın hocası olduktan sonra 23 kişilik Euro 2012 kadrosuna 10 futbolcuyu Sporting Akademisi’nden almış...
Bu arada bir not:
Ronaldo ayrıldıktan sonra Sporting’te onun yerini alan (şimdi Manchester United’da oynayan) Nani de Akademi çıkışlı...
Paulo Bento, savunmayı özellikle önemseyen bir hoca. Ancak, Ronaldo ve Nani’yle de rakip defansı dağıtabilecek bir hücum gücüne sahip olduğunu farkında.
Çek Cumhuriyeti’ni küçümsemiyor.
İyi de yapıyor.
Futbolda en tehlikeli iştir rakibi küçümsemek...
Nitekim, Portekiz dün akşam işi ciddiye aldı ve Cristiano Ronaldo farkıyla Çek Cumhuriyeti’ni özellikle ikinci yarıdaki mükemmel oyunuyla yenerek yarı finale adını yazdırdı.
Ronaldo tek başına takım.
Gerçekten öyle.
Yarattığı pozisyonlarla, attığı frikikler ve gollük paslarla bir takımı kendi başına sürükleyip götürebilecek bir süper star.
Topu yere vurdurarak attığı kafa golüyle dünyanın en iyi kalecilerinden Petr Cech’i çaresiz bırakması da futbolunun bir başka güzelliğiydi.
Ronaldo’nun bu turnuvada Hollanda maçıyla başlattığı çıkışıyla Portekiz’i finale taşıması da bu gidişle sürpriz olmayacak.
Yarı finalde Portekiz’in rakibine gelince:
Ya İspanya ya Fransa...
Bu gece Gdansk’da Almanya-Yunanistan maçındayız.