Bu yazımı “BDP’nin dönüşü fark yaratmalıdır (3)” başlığı altında yazacaktım, aynı başlığı tekrarlamak hoşuma gitmedi, fakat tema aynı. BDP’nin yeni yasama dönemindeki rolü üstüne. Bu rol muhalefet rolüdür kuşkusuz ama bu sıradan bir muhalefet mi olacak yoksa BDP “fiili ana muhalefet” rolünü mü üstlenecek?

Önceki seçimden sonra “BDP fiili ana muhalefet partisi olabilir” diye yazdığımda bazı arkadaşlarım bu saptamamı “aşırı” bulmuşlardı. Onlar maalesef haklı çıktılar. BDP böyle bir role soyunmadığı gibi Türkiye partisi olma yolunda bir çaba içinde de olmadı. Ama yine de ısrarlıyım...

Çünkü bu hareketin objektivitesi hareketi Türkiye partisi olmaya zorlayacaktır. Türkiye partisi olma hedefini el yordamıyla değil programatik olarak önüne koyan bir hareket de ana muhalefet rolünü kaçınılmazlıkla üstlenecektir.

Objektivite derken neyi anlatmaya çalışıyorum?

Tarihi determinizmden söz etmediğim açık, ama tarihte çözülmemiş sorunlarda sürekliliği görememek en az determinizme sürüklenme yanlışı kadar yanlış yaklaşımdır. Görüyoruz. Örneğin CHP bütün çabasına karşın değişemiyor. Değişmek istediği kuşkusuz ama olmuyor, olamıyor. Zira geçmişi bugünkü CHP’nin ayağına pranga. Kemalist mirası taşıyor, taşımak zorunda. Bu mirası terk ettiğinde zaten artık tarihsel CHP olamaz, adı aynı kalsa bile başka bir şey olur. Ulus-devlet modeli dışına çıkarak bakmadıkça bu model içinde oluşmuş, yapılanmış devlet radikal bir değişime uğramadıkça CHP devlet partisi olarak kalacaktır. Dolayısıyla CHP iyi şeyler söylese bile –ki her şeye rağmen söylemelidir–, demokratik ana muhalefet partisi olma şansına sahip değildir. Bu dediğimi yakın zamanda, yeni anayasa tartışmaları ısındığında daha iyi göreceğiz sanırım.

AK Parti ise özellikle 12 Haziran seçimleriyle birlikte çelişkili bir rota içine girdi. Tarihsel İslami muhalefet içinden gelen bu parti Türkiye tarihinin en önemli reformlarına imza attı. Ne var ki, hem milliyetçi ve mukaddesatçı geleneği nedeniyle ve hem de üç dönemdir iktidarda olmasına rağmen karşısında onu zorlayacak parlamenter demokratik bir muhalefetin olmayışı nedeniyle giderek muhafazakârlığı reformculuğunun önüne geçiyor. Burada dramatik bir paradoks var.


Doğru teşhis yanlış ilâç

Dünyadaki gelişmelere yeterli olmasa da ulus-devlet modelini aşan bir perspektiften bakabilen parlamento içindeki tek parti yine de AK Parti’dir. AK Parti iktidarda değil de muhalefette olsaydı çok etkili bir muhalefet partisi olurdu. Fakat bu bakış devleti yeniden yapılandırma noktasına gelindiğinde yetmiyor, klasikleşiyor. Zira iktidarda olduğu için değiştirmek istediği devlet yapısını kullanmak zorunda, onu kullandıkça kullandığa araç da onu teslim alıyor. Devleti koruma gereği bu iktidarı korumacı bir siyasete zorluyor. Bunun en açık örneği KCK operasyonlarıdır.

Klasik model içinde her devlet egemenlik haklarını korumaya çalışır. Devlet içinde devlet olmaya izin vermez. KCK yapılanmasının klasik devlet modelini en azından zorladığı kuşkusuzdur. Böyle bakan kimi aydınlar da bu operasyonlar karşısında nötralize oluyor, tutuklamaların karşısına çıkmıyorlar. İktidara yakın yazarların bir kısmı ise KCK operasyonlarını apaçık destekliyorlar.

Karşımızda zor bir problem var. Kimse kimseyi suçlamaksızın önce bu problemin varlığı görülmeli.


Eskimiş araçlarla yeni sorunlar çözülemez

Yani eski devlet aygıtıyla günümüzde Kürt sorunu çözülemez. Katı merkezci üniter devlet yapılanması değişmedikçe de facto özerkliğe giden yapılanmalar derin bir çatlak ve çatışma yaratırlar. Şu anda yaşadıklarımız budur. Bu gerilim kötü müdür? Hayır. Uzun vadede kötü değildir ama unutmayalım ki kısa erimde şiddete kaynaklık yapıyor. Şiddet ise iki taraflı. Devleti de güvenlik politikalarını öne almaya zorluyor.

Buradaki yanlış da tek taraflı değil. PKK-BDP çizgisinde, tek taraflı demokratik özerklik ilanında olduğu gibi “biz yaparız olur” mantığıyla hareket edenler devleti yapısal değişime zorlamanın günümüzdeki siyasi araçlarını gözardı ediyorlar. Zira bu düşüncenin gerisinde de eskimiş araçlar var. Günümün yeni gerçeklerine gözünü kapatan eskimiş solun eskimiş Jakoben devrim anlayışı kendini hissettirmekte. BDP’nin Meclis’e dönüşüne karşı çıkışın gerisinde de aynı zihniyetin etkileri var. Oysa, Türkiye’yi bir kenarda koysak bile dört parçaya bölünmüş Kürt sorununun çözümü ancak küreselleşme sürecinin hızla sürdüğü koşullarda dünyanın yeni gerçeklerinin ışığında mümkün olabilir.

Bu dediğim ne anlama geliyor, Kürt hareketi böyle bir vizyona sahip mi?