Külkedisi masalındayız. Yalancı aynalarda hep sahte sevinçler yaşamayı arzuluyoruz. Thomos More’un “Utopia”sında vatandaş olmak, Hasan Sabbah’ın “Alamutun’da yalancı cenneti tatmak hülyasından vazgeçmiyoruz.

Gerçeğin değil düşlerimizin yansımasını bekliyoruz aynalardan. Günahlarımızdan çok sevaplarımızı hatırlamaktan hoşlanıyoruz. Kendimizi bu yolla arındırmaya, geçmişin yüklerinden kurtulmaya çalışıyoruz.

Hafızamızdan sildiğimiz anılardan, hatırlamak istemediğimiz olaylardan kaçınarak kendi kendimizi arındırdığımıza inanıyoruz. Yorgun bedenimizin taşıyamadığı zincirlerden bir bir kurtuldukça yaşamı kendimiz için kolaylaştırdığımızı fark ediyoruz.

Başkalarına yüklediğimiz hatalarımız, Dostoyevski’nin Raskolnikov’u gibi meşrulaştırdığımız suçlarımızla varlığımıza anlam katmaya çalışıyoruz. Ama gerçeklerden kaçtıkça onlara yakınlaştığımızın farkında değiliz.

Unutmak adına bastırdığımız her duygu zamanla bilinçaltından sıyrılarak karşımıza çıkıyor. Freud, hakikatle; sakladığımızı, kilitlediğimizi sandığımız hakikatlerimizle buluşmamızın anahtarını sunuyor.

Kafka, yaptığımız budalalıkla avunmamıza yardımcı sağlıyor. ”Budalalıkları herkes yapar, hem de ne çok, hem de ne çok” diyerek.

Locke, tutkularımızdan kurtarır bizi ”hakikati hakikat olduğu için sevmeyi” öğreterek.

Egomuza kurban ettiğimiz gerçekler, yitirdiğimiz değerlerle hesaplaşmamız ise vicdanla başlıyor. Vicdan, içimizdeki hâkim, karşımızdaki savcıdır bir bakıma. Onunla verdiğimiz mücadelede hileye yer yok çünkü.

Bir küçük çocuğun yüreğinde sakladığı masumiyettir vicdan. Bir yaşlı amcadaki bilgeliğin, bir annedeki şefkatin içimize işlenmiş hali. Öyle ki, vicdan diyor Noovelle, ”bize nesnelere ilişkin doğruları öğretmez, fakat görevlerimize ilişkin gerçekleri gösterir, bize ne düşünmemiz gerektiğini değil, ne yapmamız gerektiğini söyler, bize doğru mantık yürütmeyi değil doğru davranmayı öğretir”.

Goethe’nin barbarlıkla suçlayıp canavarlıkla mahkûm ettiği insanoğlunun cevabı, vicdanı oluyor.

Newton’un doğayı karanlıktan kurtarması gibi insanoğlunu da karanlığın şerrinden vicdanı kurtarır.

Voltaire’de “Tanrı’nın insanların yüreğine koyduğu doğal iyiliğin” adıdır vicdan. Budizm’de Nirvana’ya ulaşmanın, Nuh’un gemisinde yolcu olmanın bileti belki de.

Gerçekle yüzleşmemizi sağlayan bu yüce duygu yabancılaştığımız tüm değerlere kavuşmamızın anahtarı. Ama öyle esirleşmişiz ki bencil duygularımıza Darwin mezarında dört köşe oynuyor.

Güçlünün haklı olduğu bir zamana göre ayarlıyoruz saatlerimizi. Varlığımızın bedelini başkalarına ödeterek yaşamaya çalışıyoruz. Mutluluğumuzun bedelini sorgulamadan yaşıyoruz hesapsızca. Mutluluk masalımız tutmadığında geçmişteki sözüm ona saadetimize sığınıyoruz. Yine geçmişin aynalarına döndürüyoruz yüzümüzü. Kişisel tarihimizdeki altın çağa yaptığımız vurgunun temelde mevcut durumumuzdaki hoşnutsuzluktan kaynaklandığının farkına varmadan, ezip geçtiğimiz hayatları, yıprattığımız ruhların acısını hissetmeden, sadece bizi mutlu kılacak şeyleri hatırlama hastalığından sıyrılamayız.

Geçmişte aramaya çalıştığımız kerametin hikmeti de burada. Mevcuttan hoşnutsuzluk, gelecekten umutsuzluk bizi geçmiş günlerin tutsağı kılıyor. Belki de Konfüçyüs’ün eski günlere duyduğu hasretin ya da Osmanlı yöneticilerinin Tanzimat’ta geçmişe yükledikleri anlamın sırrı da burada.

Mevlana’nın Şam sokaklarında Şems’i araması gibi geçmişin izlerinde güzel günlerimizi aramamız, Uluğ Bey gibi “yıldızımı buldum, yıldızımı buldum” diyemememizden belki.

Geçmişe yüklediğimiz hasretin geleceğimizi çaldığını bilmeden tükettiğimiz dostluklara, arkadaşlıklara dönmeliyiz yüzümüzü.

Yıldızımızı bulacağımız gece, güneşimizi göreceğimiz gün orada karşımızda olacak belki de.