İmralı ile görüşmelerin başlatıldığı duyulunca insan ister istemez şöyle bir geriye atıyor kendini!

Özellikle de içerisinde barış özlemi olanlar, ocağına ateş düşenler, evlatlarını, eşlerini, oğullarını kızlarını kaybedenler daha da bir temkinli bakıyor görüşmelere.

Aman bir aksilik olmasın da görüşmelere bir zarar gelmesin demeye getiriyor.

Kuşkusuz sürece ilişkin birçoğumuzun söyleyeceği şeyler vardır.

Özellikle de geçmişten günümüze izlenen yanlış ve tutarsız politikalardan dolayı iktidar kanadına daha da bir temkinli duruyor insan.

Zira onlarca insanın, belediye başkanının, gazetecinin ve bölge insanının cezaevinde olduğu bir ortamda bu kuşkuları taşımamak çok da doğru olmaz.

Hele de geçmişte atılan her adımın, söylenen her sözün ardında oy ve bir takım siyasi çıkarların olduğunu süreç içerisinde görmüşken.

Ama insan yine de her şeye rağmen Aziz Nesin’in öyküsünde olduğu gibi “Du Bakali Nolecak” demeden de alamıyor kendini!

Fakat kim ne derse desin ortada bir kazanım da vardır kuşkusuz.

Bırakın Kürtçe konuşmayı bizzat Kürtçe kelimesinin kendisini kullanmanın bile yasak olduğu yıllardan bugünlere geldi bu ülke.

Sahibi Kürt diye koyunlar kuzular öldürüldü bu ülkede.

Kim ne derse desin, kim nasıl bakarsa baksın bilinmez ama böylesi bir durumda ben kendi bulunduğum cepheden bakmak istiyorum sürece.

Zira ne zaman barıştan bahsedilse, barış umutları ne zaman yükselse, bu uğurda gözünü kırpamadan can veren devrimciler gelir aklıma.

Devrimci önderler, yazarlar, çizerler, gazeteciler, işçiler, öğrenciler gelir aklıma.

Faşist darbelerin boyunduruğu altında asker postallarına teslim olmak yerine idam sehpasında “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler! Kahrolsun emperyalizm” diye haykıran Deniz Gezmiş gelir aklıma.

Faşist saldırıların ve katliamların kıskacı altında kendi kabuğuna çekilip iktidarlara methiyeler düzmek yerine gazete yazılarında, kitaplarında, sohbetlerinde barışa ait sözler söyleyip; iktidarın sözcülüğünü yapan mahkemelerde korkusuzca “Savcı bey, bir tavuğun bile 30 çeşit gıdaklaması vardır. Siz nasıl koskoca bir halkın dilinin 30 kelime olduğunu söylersiniz” diyen Musa Anter gelir aklıma.

İktidarların borazanlığını yapıp şan ve şöhret peşinde koşarak cebini doldurmak yerine, kendine verilen ödülün töreninde “Önümüzdeki günlerde Kürtçe bir kaset çıkarıyorum. Kürtçe bir de klip çekiyorum. Bunu yayınlayacak yürekli insanların da olduğunu biliyorum. Yayınlamazlarsa, Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklar, onu bilmiyorum” diyen Ahmet Kaya gelir aklıma.

Uluslar arası sermayenin peşine takılıp onların sözcülüğünü yapmak yerine halkının derdini kendi derdi edinip “Küreselleşme ‘tek tip insan' yetiştiriyor bugün. Oysa dünya onbinlerce çiçekli bir kültür bahçesidir; her çiçeğin ayrı bir rengi ve kokusu vardır. Bir çiçeğin koparılması bir rengin, bir kökünün yok olmasıdır. Tek dile, tek renge kalmış bir dünya hapı yutmuştur'. Bu felâketin önlenmesi için ‘demokrasi'den başka çare de yok” diyen Yaşar Kemal gelir aklıma.

Bırakın Kürtçe konuşmayı neredeyse Kürtçe rüya görmenin yasak olduğu 1990’lı yıllarda basın açıklamasını Kürtçe yaptığı için tutuklanıp cezaevine konulan ve sonraki günlerde katledilen eski HEP İl Başkanı Vedat Aydın gelir aklıma.

Öğretmen Sıddık Bilgin, Cizre’de 1992 yılında Nevruz kutlamalarında yaşamını yitiren gazeteci İzzet Kezer, Savaş Buldan, Behçet Cantürk, Namık Erdoğan, HADEP Silopi İlçe Başkanı Serdar Tanış ve parti yöneticisi Ebubekir Deniz gelir.

Kamerasını iktidardan yana kullanarak resmi ideolojiye sahip çıkıp krallar gibi yaşamak yerine, beyaz perdeye kendi halkının sorunlarını yansıtan ve “Kürt sorunu sadece bir kültürel baskı sorunu değildir. Kürt sorunu bir Türk-Kürt, Kürt-Arap, Kürt-Acem çatışması da değildir. Kürt sorunu Bağımsızlık ve Özgürlük sorunudur” diyen Yılmaz Güney gelir aklıma.

Evet; gelinen şu noktada içimizdeki bütün tedirginlikleri ve güvensizlikleri belleğimizin bir kenarına atarak bekliyoruz.

Zira bugünlere kolay gelinmemiştir bu ülkede ve görüyoruz ki bugün bile hem dağdan hem de kışladan ölüm haberleri gelmektedir.

Evet bekliyoruz; bekliyoruz çünkü istiyoruz ki barışa ve umuda dair güzel şeyler olsun bu ülkede.

Ne dağda, ne kışlada, ne de sokakta kimseler ölmesin.

Ve hiçbir ana evladının ardından gözyaşı dökmesin.