Ahmet Hakan’a yapılan saldırıdan sonra, farklı kesimlerden gazetecilerin ve meslek örgütlerinin bir araya gelip protesto yürüyüşü yapması elbette ki önemlidir. Bırakın bir gazeteciyi, bir medya sahibini; herhangi birini “ezeriz, dişlerini - tırnaklarını sökeriz” diye açıkça tehdit eden herkes, ‘hâlâ’ yazılı olarak duran birden fazla yasaya göre suç işlemiş olur ve savcıların kendiliğinden harekete geçmesi gerekir.

Bizde ise ‘gazeteci’ kisvesiyle derin odakların emirlerini yerine getirenler için bu yasalar geçerli olmaktan çıkalı çok uzun zaman oldu. Tersine, özünün dışına taşırılan yasalar, hatta yanına eklenen ‘sözlü’ yasalar; iktidara ve iktidarı tek başına temsil etmekte kararlı ‘O’ adama muhalefet edenleri susturmak, ‘O’ adamın ve etrafında kümelenmiş rant odaklarının yapıp ettiklerini gizlemek için kullanılır oldu.

Ahmet Hakan, bu sürecin son mağduru oldu.

Ondan epey bir öncesi vardı; medyanın görmek istemediği, görmezden geldiği. Aslına bakarsanız gazeteciler bile (önemli bir bölümü) kamu görevi yaptıklarını, kamunun doğru, tam ve zamanında haber alma hakkını sağlamakla görevli olduklarını unuttular, epeydir.

Düşünce ve ifade özgürlüğüne konan fiili yasakların, yargının büyük ağırlıkla bir adamın koltuk garantisi gibi davranmasının, örgütlenme özgürlüğünün adeta kriminal bir vaka haline getirilmesinin, seçilmişlerin hakaret, tehdit ve zorbalıkla karşılaşmasının, bir kısım ‘milli irade’nin topla-tüfekle kırılmaya çalışılmasının İstanbul’a, Ankara’ya uzanmayacağını sanma gafleti içinde davrandılar.

HDP’lilere konan ‘sözlü’ ekran yasağına hep birlikte uydular. HDP’li vekillerin asker ve polis tarafından uğradığı hakaret ve tartaklanma görüntülerini bırakın yayınlamayı, tek satır bile haberlere girmediler.

Cizre’de, Silvan’da, Nusaybin’de, Şemdinli’de yürütülen “kuşat- vur-sür” stratejisini “terör operasyonu” başlığı ile vermekle yetinip, geçtiler. TTB, Barolar, İHD, Mazlum-Der gibi örgütlerin açıkladığı hiçbir rapor ve tanıklık haber bültenlerinde yer bulamadı.

DİHA, Azadiya Welat, Özgür Gündem gibi yayın organlarına getirilen yasaklar, baskılar bir yana, hatta yaka paça gözaltına alınan muhabir ve editörleri de bir yana, gazete dağıtımcısı Kadri Bağdu’nun sokak ortasında infaz edilmesi bile gazetecilerin ayağa kalkmasına yetmedi.

Özgür Gazeteciler Cemiyeti’nin sadece 2014 yılını kapsayan hak ihlali raporuna göre, cezaevlerinde halen 10’u gazete dağıtımcısı 32 gazeteci tutuklu ve hükümlü bulunuyor. 2014 yılında Kürt medyası yazı işleri müdürlerine 292,5 yıl hapis cezası istemiyle dava açıldı. Kadri Bağdu dahil iki gazeteci öldürüldü. 264 yayına durdurma cezası verildi, 5 gazete mühürlendi, cezaevlerindeki yayın yasakları yıl boyunca devam etti. Toplumsal olaylarda 70’ten fazla gazeteci doğrudan polisin ya da farklı grupların saldırısına maruz kaldı. Çok sayıda gözaltı yaşandı. Binden fazla gazeteci ya istifa etti ya da işinden edildi. Bu rakam bir önceki yılın işsiz bırakılan gazeteciler sayısını 9’a katladı.

Düşünün ki bu tabloda 2015 yılı yok. Merak edenler ayrıntıları 2014-hak-ihlalleri-raporu  adresinden öğrenebilir.

Zannedilmesin ki; “size yapılan nedir ki” demek istiyorum. Hayır.

Tersine her birinin, hiç kimseyi ayırmadan, herkesin birden üstüne çöken, kimsenin kaçıp, kurtulamayacağı Erdoğan rejiminin inşasına yarayan birer tuğla ve harç olduğunu söylemeye çalışıyorum.

Demek istiyorum ki; ‘O’nun sözlü talimatlarına uymaya devam ederek, yandaşların saldırılarından kurtulmak için haber gizleyerek, Kürt halkının maruz kaldığı ihlalleri, sivil ölümlerini, infazları haber vermeyerek, her programa ‘uzman’ ya da akademisyen kılığında saray komiseri dikerek kurtulamazsınız.

Farkında mısınız; size iki seçenek verildi; biat ya da gazetecilik. Orta yolu yok bunun.

‘Küçük’ tetikçinin “Geri adım atan Aydın Doğan olsun” sözlerindeki anlam açık.

Habercilikten vaz geçmek, basın özgürlüğünü bir slogana indirgemek, kimseyi korumaya yetmediği gibi itibar ve onur kaybını da yanında getiriyor.

Bununla da kalmıyor; bedeli yalnız gazeteciler değil tüm toplum ödüyor. Özellikle savaş ve çatışma dönemlerinde.

Gazeteciler ülkenin bir bölümünde yaşanan devlet şiddetini görmediği, çatışmalarda yaşamını yitiren askerlerin ailelerinin yaşadığı acıyı naklen verirken, polis ve asker kurşunuyla ölenlerin ailelerinin acılarını vermek bir yana, infazları bile gizlediği; yükselen işkence uygulamalarını dert etmediği; kanıtsız-tanıksız açılan davalarla Kürt gazetecilerin cezaevlerinde tutulmalarına ses yükseltmediği sürece özgür olamaz.

Bu yalnızca mesleki ilke ve etik sorunu değildir. Aynı zamanda savaşa destek vermektir.

Toplumsal barışı ve farklı kesimler arasında oluşabilecek empatiyi, diyalog köprüsünü de engelleyerek, savaşı beslemektir.

Hatırlatmaya gerek yok ama gazeteci, beğenmediği, ideolojik duruşuna uymayan gerçekleri de haber yapmakla yükümlüdür.

Eğer bir psikolojik savaş aparatı değilse…

Saklanan, es geçilen, oto sansüre uğrayan her gerçeğin, bumerang gibi dönüp ilk önce gazeteciyi vurması kaçınılmazdır.

Gerçekler diktatörler için tehlikeli, toplum için özgürlük anahtarıdır.

Yani “Özgür Basın Susturulamaz” demekle olmuyor, susmamakla, yazmakla, habercilik yapmakla oluyor.