Tarihçi olsaydım belki nedenlerini burada sayabilir, üzerinde yorumlar yapabilirdim. Ama değilim. Osmanlı coğrafyasında kurulmuş çok sayıda ülkede bir türlü bitmeyen huzursuzluklardan söz ediyorum.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında yıkılan Osmanlı coğrafyasında, Fas’tan Irak ve Suriye’ye, oradan Balkanlardaki Arnavutluk ve Kosova’ya kadar kurulmuş çok sayıda ulus-devlette varolan ve bitmeyen toplumsal huzursuzluklardan söz ediyorum.

Bu huzursuzlukların ortak bir kaynağı var mıdır?

Dedim ya tarihçi olmadığımdan böyle bir sorunun da anlamlı bir yanıtını vermem mümkün değil. Ama yine de bir gözlemci olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu topraklarda sürmüş “altı yüzyıllık” egemenliği ile bu ülkelerde varolan toplumsal huzursuzluklar arasında bazı ortak noktalar varmış gibi geliyor bana.

Her ne kadar bu coğrafyada savaş sonrasında oluşmuş ulus-devletler çokluk aynı yollardan yürümemişlerse de onların üzerinde Osmanlı devlet anlayışının etkisinin hiç olmamış olduğunu söylemek mümkün değildir.

En bildiğimiz örnekten gidersek Osmanlı’dan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin birçok gelenek ve kurumlarının Osmanlı devlet gelenek ve kurumlarıyla hemen hemen aynı olduğu açık değil mi?

Ordu başta olmak üzere bugün varolan itfaiye, polis vs. gibi çeşitli kamu kuruluşları Osmanlı zamanından kalmış kurumlar olduğu gibi, “Batılı yaşam tarzı” dediğimiz yaşam tarzı bile (Murat Belge dünkü yazısında altını çizmişti) Osmanlı’dan devraldığımız bir olgu.

Tabii buradan Türkiye dâhil Osmanlı coğrafyasında kurulan bütün ülkelerin Osmanlı devlet geleneği üzerine biçimlendiğini söylemek istemiyorum. Ama bu geleneğin her bir ülke için özgül tarihlerde ve koşullarda da olsa Batı ile karşılaşmasıyla biçimlenmiş, sonuçta ne Osmanlıya ve ne de Batı’ya benzemeyen yeni bir devlet ve toplum yapılanması oluşturduğunu söylemek istiyorum. Ve tabii bu yeni yapılanmada bütün bu ülkeler açısından ortak bazı özelliklerin varolduğunu da...

Doğrusu ben bu ortak özelliklerden birinin, içinde mutlaka askerin bulunduğu dar bir elitin, toplumu yukarıdan tanımlayan bir anlayışla oluşturduğu bir devlet yapılanması olduğunu düşünüyorum. Aralarında farklılıklar olsa da bütün bu ülkelerdeki devlet yapılanmalarının temel özellikleri bence bu.

Kendi toplumlarına yukarıdan biçim veren, ülkede ne nasıl yaşanacaksa onun karar verdiği bir devlet anlayışı ve yapılanması bu ülkelerin temel özellikleri. (Burada bazı ülkelerdeki yönetimin “demokrasi” oluşu (mesela bizdeki) bu durumu değiştirmiyor bence çünkü bu demokrasilerin “göstermelik” olma özellikleri çok açık.)

Bugün Tunus’ta başlayan, Cezayir ve Mısır’ı etkisi altına alan ve yalnızca Arap dünyasının değil Arnavutluk gibi bir Balkan ülkesine de sıçrayan ayaklanmalar aslında böyle bir devlet anlayışına ve yapılanmasına karşı duyulan tepkiden.

Bu insanlar diyorlar ki “Artık yeter! Böyle bir yönetimi hak etmiyoruz. Bütün dünya geniş toplum kesimlerinin katılımıyla biçimlenen yeni bir demokrasiye doğru hızla giderken bizim ülkemizde kırk yıldır değişmeyen kişilerle ve onların aileleriyle ya da onların adamlarıyla ya da onların belirlediği kurallarla yönetilmek istemiyoruz!”.

Bugün Tunuslunun, Cezayirlinin, Mısırlının hatta Arnavut’un dediği bu.

Bu nedenle de dinî kimliklerine bakarak onların ayaklanmalarını “İslamcıların” “Batıcı” yönetimlere karşı ayaklanmaları olarak okumak, buradaki “demokrasi” ihtiyacını görmezden gelmek yapılacak en büyük yanlış bence.

Tıpkı bizde çoğu kişinin düştüğü yanlış gibi. Dikkat ederseniz bizim de bir zamandan beri yaşadığımız, bu ülkelerdekine benzer bir ayaklanma aslında. Onlar gibi sokaklara dökülmedik belki ama biz de aynı itirazı seslendiren bir toplumuz. Bizim mücadelemiz de “vesayetçi rejim” dediğimiz devlet anlayışına karşı.

Bu ayırımı görmeden, toplumun “demokrasi” talebini fark etmeden, yalnızca “İslami” kimliğinden yola çıkarak, şimdilik AKP’ye oy veren ama yarın daha demokratik olanı tercih edecek olan geniş halk kesimlerine karşı siyaset üretmek sol ve demokrat bir siyasetin işi değildir.

Böyle bir siyaset olsa olsa bu kitleleri AKP’ye kilitleyen ve AKP’yi de daha buyurgan bir parti haline getiren bir siyaset olur. Bunun da daha eşitlikçi, daha özgürlükçü ve daha demokratik bir toplum hayali kuranların yararına olmayacağı açık.