Türkiyeli olmak, Türkiye’de yaşamak, Türk olmak zaman zaman çok ağır bir faturanın da ödenmesini getirdi. Politik bilincimin gelişmesi ile birlikte bu kimlikler dışında kendimi kuran biriyim.  O büyük/”muteber” çokluğa dair olacak bu yazdıklarım. Ancak bu toplumun, bu toprakların, bu sokakların/kentlerin bir parçasıyım. Bütün aidiyetlerim bir tarafa bir vicdani retçi olarak ses veriyorum. Sekiz aydır bir nevi zorunlu bir halden dolayı Fransa’da yaşıyorum. Geldikten sonra İstanbul’a dair konuştuklarım, özlediklerim ve tabi içimde bitmeyen Türkiye gündemleri ile çok iyi anladım ki, Türkiye bir barış toplumuna evirilmeyene kadar o topraklara karışmış kimseye mutlu bir hayat gelmeyecek.

‘Mutlu bir hayat gelmeyecek’ diyorum ama o büyük/”muteber” çoğunluğun sessizliği de ciddi bir şekilde kaygı verici. Türkiye’de olmak, Türkiyeli olmak, Türk olmak sanki sistem eksenli geliştirilen şiddet/baskı ve ölümleri izlemeyi zorunlu kılıyor. Hani şu hiç bitmeyen ve “devletin saadeti” ile başlayan cümleler. Bu devletin saadeti ile başlayan cümlelerden sonra bu toplum acıları/ölümleri izlemek zorunda bırakıldı. Şimdi bir kez daha yaşıyoruz bu ölümlerden birini.

2 Temmuz’a ne kadar az zaman kaldı, binlercesi, on binlercesi ellerinde kuran ve bayraklar ile “devletin saadeti” için bir oteli ateşe verirken milyonlarcamız da büyük bir çaresizlik içinde saatlerce ekran başında “yok daha ne, biz ortaçağda mı yaşıyoruz” diyerek o ölümleri izlemedik mi?

Hala aklımızın bir yerine inmedi o büyük suç ortaklığı ile yüzleşmek!

Yaşadığımız ülkede/kentlerde ve sokaklarında insanlar alevler içinde ölüme bırakılıyorsa içimiz yanarak izlemek yerine mutlaka yapacak bir şeyler olmalı/olmalıydı. 2 Temmuz içimizde bir travma. Hala yüzleşmeyi bekliyor. Son olmadı. Öte tarafta, daha ötede oraya dair söz geliştirmek, cümle kurmak daha da zor. “Çünkü onlar, devletimize kast edenler, çünkü onlar ülkemizin bir çakıl taşında gözü olanalar… çünkü onlar!

Sur’da, Cizre’de yaşanan ölümlere, sokak orasında yedi gün kalan Taybet İnan'a, annesi tarafından sıcaklarda çürüyüp kokmasın diye difrizde bir hafta saklanan o çocuğa… Ve daha nicelerine. Dönüp bir gün bakacak mıyız?

Onlarca yıldır bu ülkeyi büyük bir öfke ve kin ve ölümler ile yönetenler her zaman aramızdan birilerini çekip aldılar. Tıpkı; “Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var. Var, çünkü kökümüz burada. Ama merak etmeyin. Bu toprakları alıp gitmek için değil. Bu toprakların gelip dibine gömülmek için” diyen Hrant Dink’i aldıkları gibi. Tıpkı Gezi’de içimizden aldıkları güzel çocuklarımız gibi.  Şimdi bir kez daha ölümler istiyorlar. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça “işimizi, emeğimizi” istiyoruz dedikleri için, iktidarın keyfi ve sınırsız baskı politikalarına, şiddetine boyun eğmeyip direndikleri için susturulmak isteniyorlar.

Aslında olayın boyutu Semih ve Nuriye’yi aşalı çok oldu. Mutlak iktidar peşinde olanların topluma/hayata egemen kılmak istedikleri bütün o baskı ve korku politikalarına karşı ciddi bir tehdit olarak gördükleri için bastırmak ve öldürmek istiyorlar. Öldürerek içimizde birilerini daha almak, travmalarımıza birini daha eklemek istiyorlar. Bu şekilde benim vicdansızlığıma sizler de ortaksınız diyecekler. Suçlarına ortaklar çok olduğunda kendilerini korunaklarında “mutlu” sayacaklar. Onlar mutlu oldukça bizler daha çok şey kaybedeceğiz.

Bir kez daha ölümlere seyirci kalarak kaybetmemek için şimdi, bugün yapacağımız şeyler olmalı. Vicdanı ile korkuları arasında sıkışmak kalmak, işte bu iktidarın yaptığı en başarılı şeylerden birisi bu oldu. Büyük bir korku imparatorluğu inşa etti. Vicdanımız başka şeyler söylerken içimize kocaman bir “ama” sokan bu iktidara karşı kendimizi, vicdanımızı, geleceğimizi korumak ve kurmak için Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın hayatlarımızdan çekilip alınmasına izin vermeyelim. Hepimizin adil, eşit, özgür bir gelecek kurmasının ilk şartı bugün Nuriye ve Semih için bir şeyler yapabilmek.

Yoksa bir kez daha hepimiz geleceğimizden, kendimizden kaybedeceğiz…