"Şimdi insanlığın önündeki dehşet verici olasılıklar karşısında, uğrunda mücadele etmeye değecek tek şeyin barış olduğunu daha da açık bir şekilde görüyoruz. Bu artık bir dua değil, tüm halkların kendi hükümetlerine yöneltecekleri bir taleptir. Nihaî olarak cehennemle akıl arasında bir seçim talebi…"

Albert Camus'un kendi soyunun düşmanı olan insanlara ders olması mahiyetinde insanlığa armağan bıraktığı sözler bunlar. Birebir bizi yansıtması da ayrıca ilginç.

Nihaî olarak tercihimizi "cehennemden" yana kullandık. Elimizin tersiyle ittiğimiz şey ise "aklın yolu" yani barış oldu.

Uğruna mücadele edilecek tek şeyin barış olduğunu anlatmak, bunun için mücadele vermek bir yana bunu dile getirmenin bile suç sayıldığı zamanları yaşıyoruz.

Karşımızdaki dehşet verici olasılık; boyutlarını kimsenin tahayyül etmediği, son kertede kimsenin altından kalkamayacağı Suriye'den bile beter olacak iç savaş manzaralarıdır. Yani cehennemdir.

Aslında batıdaki insanların bir türlü idrak edemediği o korkunç savaş koşullarını Kürtler aylardır yaşıyor. Yıkıcı savaş konseptinin dişlileri arasında aylardır eziliyor Kürtler.

Hazin olan şu ki çığlıkları hiçbir kulağa ses olmuyor.

Medyasıyla, muhalefetiyle, iktidarıyla savaş tamtamları çalan bir ülke manzarasıyla karşı karşıyayız.

İnsanlığın önündeki dehşet verici olasılık şimdi karşımızda duruyor.

***

Ziyanı yok... Geçmişte Beyrut'tun seçkinleri de böyle kayıtsız davranıyorlardı. Denize girip normal hayatlarını yaşıyorlardı. Kentler bombalanıyor, kasabalar yağmalanıyordu ancak onlar olup bitenlere asla savaş demiyorlardı. Kentleri kasıp kavuran şey olay falan değildi, yıllarca sürecek olan Lübnan iç savaşıydı. Savaşın bilançosu korkunç oldu.

Lübnan, Ortadoğu'nun incisi sayılabilecek bir zerafete, kültürel çeşitliliğe sahip bir ülkeydi. O zerafet, o büyüleyici kültürler kozmozu iyi değerlendirilmediği için sonsuz bir karanlığın sebebi oldu. Lübnan'daki etnik, dini ve kültürel çeşitlilik birebir olmasa da Türkiye'ye yakın dokular taşımaktadır.

O güzelim dokuların her biri "ölümcül birer kimliğe" dönüştü.

Lübnan iç savaşında 1 milyondan fazla insan ülkesini terketti. 200 binden fazla insan öldü. 350 bin insan yaralandı. Bu yıkıcı ve yok edici felaket 15 yıl boyunca sürdü. İç savaş 15 yılın ardında son bulmadı, sadece yıkıcı etkileri söndü. Dağ, taş, insanlar, cümle tabiat savaşa yorgun düştü. Savaşın açtığı tahribat hâlâ taptaze. Hâlâ insanların uykuları kaçıyor. Hâlâ güvercin tedirginliğiyle, her an karşılarına çıkabilecek bir avcıya kurban olmamak için kuytuda gizleniyor insanlar.

***

Bir kötülüğü, kötülüğe yön veren toplumsal sorunları ve anlaşmazlıkları önlemenin yolu görmezden gelmek değil, hassasiyetle üzerinde düşmektir. Aksi halde boyutları tüm insanlığı ilgilendiren trajedilere dönüşüyor. Lübnan bunun bedelini ödedi. Suriye en ağır biçimde bunun bedelini ödüyor. Görünen o ki şimdi de Türkiye bu felakete talip.

Ortadoğu, kayıtsızlığın telafisi olmayan pişmanlıklara dönüştüğü coğrafyanın adıdır.

Lübnan'da ve Suriye'de iç savaşa sebep olan kayıtsızlığın, Türkiye'deki karşılığı din soslu ırkçılıktır. Türkiye'de sorgulaması elzem olan, kendi varlığını karşısındakinin yokluğunda arayan "tutuculuktur" yani faşizmdir.

Bakın ülkede aylardır iç savaş var. Irkçı marşların eşliğinde kentler yakılıp yıkılıyor. Şiddet korkunç boyutlara ulaştı ve hiçbir şekilde seslerini duyuramıyor insanlar. Devletin toplumla uyumu, itirazları bastırdı, böyle böyle faşizm kök saldı.

Bu durum iç savaştan daha tehlikeli, yaratacağı sonuçlar itibariyle çok daha vahimdir.

Siyasetin tasfiye edilmesini, HDP kurumsal kimliğinde Kürtlerin siyasetin dışına itilmesini de şiddet üzerindeki bu toplumsal mutabakatta aramak gerekiyor.

***

Burada Kürt siyasi hareketine farklı bir parantez açmak istiyorum. Bu parantezde söyleyeceklerim tezat olarak değerlendirebilir ancak kazın ayağı öyle değil.

Kürtlerin sersefil perişan edilmesi üzerine iktidarlarını tahkim eden siyasi anlayışın varlığı insan olan bütün yanlarımızı tahrip ederken, bir solukluk nefes almamıza dahi izin vermezken, Kürt siyasetçilerin "devletin bölünmez bütünlüğünden" dem vurup, bir arada yaşamanın koruyucu meleği olduklarını vurgulamalarına ne demeli?

Tabiri caizse kanın gövdeyi yıkadığı şu zamanlarda mecliste grubu olan dört siyasi partinin üzerinde ittifak kurduğu ve daha yüksek sesle haykırmak için birbiriyle yarıştığı bir husus var, o da; ülkeyi böldürmemek.

Ulusalcılar, milliyetçiler ve muhafazakârlar olarak ayrılan, ancak ırkçılık ortak paydasının nüveleri olan diğer üç siyasi partinin bu söylemini anlamlı bulamasam da anlayabiliyorum. Lakin HDP'nin bu kervana katılmasını içim acıyarak izledim.

Bu ülkeyi böldürmemek yerine, bu çocukları öldürmemek olmalıydı şiarınız.

Savaşın karşısında duran, durdurmak için pek bir etkisi olmasa da mücadele eden tek ve biricik siyasi partidir aslında HDP.

Ancak yıkılmış bir kentin ortasında ezilmiş, parçalanmış insanların anıları üzerinde "biz bu ülkeyi böldürmeyeceğiz" demek, bütün o doğruları yerle yeksan eder.

İyi de Lübnan ve Suriye örnekleri üzerinden "bir arada yaşamanın" güzelliklerini, iç savaşa dönüşen ayrılığın korkunç boyutlarını anlatan sizsiniz, bu noktada HDP ile ilgili söyledikleriniz çelişki değil midir?

En nihayetinde HDP bir arada yaşamanın formülünü arıyor.

***

Lübnan'da, Suriye'de iç savaşa neden olan şey farklılıkların öne çıkarılması değil, Türkiye'de olduğu gibi yok sayılmasıydı. Farklılıkların tek kimlikte, tek inançta hapsolması bu felaketi doğurdu.

Etnik, dini ve kültürel farklılıkları bünyesinde barındıran HDP, bunların temsiliyetini sağlamak için yola çıkmasına rağmen bunun aksi bir çağrışım uyandıracak politikalar izledi.

Ezilen, sistem tarafından dışlanan, toplumsal mecralarda hor görülen Kürt kimliğiydi, ancak HDP'nin sırtını dayadığı zemin "Türkiyelileşme" oldu.

Tepkiselliği minimize ederek hakikati anlatmak için böyle bir strateji izlediler belki, belki bu yolla daha hayırlı olabileceğini düşündükleri şeyler vardı lakin dikenli bir yoldu. Kanayan ayaklarının acısını umursamadan bir müddet yol aldılar. Acılar dayanılmaz, yürüdükleri "Türkiyelilik" yolu geçit vermez oldu.

Ve savaş patlak verdi...

Bütün farklılıkları bir biçimde görünmez kılarak Türkiyelilik ortak paydasında birleştirme, bu yolla ifade etme politikası, yanmış yıkılmış ocakların gölgesinde son buldu.

Şimdi ihtiyacımız olan şey Türkiyelileşme değil, en özgün ve demokratik biçimiyle farklılıklarımızı korumaktır. Bir arada yaşamanın formülü de, hakları gasp edilen halkların mutluluğu da buna bağlıdır.

Bu savaş bize bunu gösterdi.