Batı ülkelerinde gidip gelmiş insanlardan hep dinleriz: “Metrolarda herkes okuyor. Ne okudukları önemli değil, çok zaman çerden çöpten şeyler oluyor. Ama okuyorlar. Bir durakta biner binmez, oturarak ya da ayakta, bir kitap açıyor, indikleri durağa kadar okuyorlar.”

Doğrudur. Yıllar önce British Council’ın başında bir Mr. Williamson vardı. Londra’nın uzakça bir banliyösünde otururken, metro ile gidiş gelişlerinde Gibbon’ın binlerce sayfalık Roma tarihini okuduğunu anlatmıştı. Demek böyle okunması gerekli ama hacimli kitaplar içinde uygun bir araç, metro.

Türkiye’de bunun benzeri hiçbir şey göremeyiz. Metroya en kolay benzetilecek vapur var, çünkü insanlar otobüste oldukları gibi üst üste değil; kara taşıtları gibi sallanıp sarsılmıyor, filan. Ama vapurda da, olsa olsa gazete okuyan görürsünüz. Kitap okuyan çok enderdir.

Çalışan insanlar görürüm habire. Şofördür, dükkânda çalışıyordur, doğrudan mesai harcadığı zamanlar arasında, gereğinde bayağı uzayabilen, “mesai yapılmayan” süreler olur. Bu sürelerde de, kimse okumaz ya uyur (özellikle şoförler) ya da çevresine bakınarak oturur.

Böyle oturup düşünüyor mu acaba? Herkesin aklından ne geçiyor bilmenin imkânı yok ama şu anlatmaya çalıştığım insanlar o sırada sahiden “düşünüyor” olsa dünya düşünce tarihinin birkaç katı bir malzemenin Türkiye’de üretilmesi gerekirdi.

Bu “boş oturma” durumu bana temelde acıklı görünür. Boş, serbest bir zamanın var ve senin bu zamanı kullanmak için bulduğun en iyi yöntem bir şey yapmamak. “Hayat” diye bir şey var, bizlere verilmiş, herkesin eşitlendiği “Ölüm”e varıncaya kadar, ne yapacaksak orada yapacağız. Hiçbir şey yapmamayı seçiyoruz. “Seçiyor” muyuz? Pek sanmıyorum. Öğretilen ya da “normal sayılan” bu. Başka bir şey yapmak ise öğretilmiyor zaten.

Öğrenciliğimde bir gece geç bir vapurla Kadıköyü’ne dönüyorum. Tom Jones’u okuyorum. Bir ara başımı kaldırdım, kasketli, pos bıyıklı yaşlıca bir köylü, karşımda, muhabbetle bana bakıyor. Göz göze gelince “Ne okuyorsun” diye sordu. “Roman” dedim. Birden yüzünü ekşidi. Belli ki, Tom Jones’un epey kalın cildini gecenin o saatinde okumamı takdir etmişti. Ama okuduğum şeyin “roman” olduğu anlaşılınca olay değerini kaybetti. Nasıl anlatırsın bu adama, roman nedir, Tom Jones nedir, edebiyat nedir ve daha neler neler. Anlatamazsın.

Ama asıl önemli olan, adamın “roman”ı “zevk alınacak” bir şey olarak bellemiş olması. İçki içmek gibi, kumar oynamak gibi bir şey. Kitap, “ilim” olursa değerli. Onu da “zevk almak” için okumazsın.

Dediğim adam, iyi yürekli, saf bir köylüydü. Ama şu anlattığım anlayış bizim eğitim sistemimizin de temelinde yatar. Ciddi iş, çalışma, bir “zevk alma” vesilesi değildir. Hattâ tersine, öyle beklentilere kesinlikle kapalı olmalıdır kapalı olmalı ki ortada ciddi bir çalışma olduğunu anlayalım.

Bu anlayışın (ailede ve okulda bir hayli egemen) sonucunda, bazı yurttaşlarımızın gözünde okumak sadece gereksiz, fuzuli bir şey değil; hatta sadece “sıkıcı” da değil: bir “azap”. İnsanlar görüyorum, bir şey okumak zorunda kaldıklarında, düpedüz, fiziksel acı çekiyorlar.

Kendimi düşünüyorum. Hegel okurken de, “Genel Sistem Teorisi” okurken de, zevk almışımdır. Öğrenmek, tabii, ciddiyet ve sabır, dikkat ve çalışkanlık gerektiren bir iş. Ödülü kendi içinde: Yaptığından zevk almak.

Bu ülkenin genel eğitiminde böyle bir anlayış yok, bunun tersi var. Öyle olduğu içindir ki okulda edebiyat dersi alan biri hayatında bir daha “edebiyat”, tarih dersi okumuş biri bir daha “tarih” kelimesini duymak istemiyor.