28 Şubat 1997’yi konuşuyoruz. Ordunun siyasete nasıl müdahale ettiğini. Merkez medyanın, bazı istisnalar hariç, buna nasıl aracı olduğunu. Tayyip Erdoğan’ı karaladığını, siyasi İslamı hedef gösterdiğini, başörtüsü taktığı için üniversiteden, Meclis’ten kadınların nasıl atıldığını. Siyasetçilerin kendinden farklı düşüneni hedef gösterdiği, gazeteci ve yorumcuların çoğu bin lafı bir kere düşünmeden yazarken saygıdeğer bir azınlığın bir lafı bin kere düşünmeden edemediği, çekindiği, endişe dolu günleri...
Televizyonları izliyorum. 15 yıl öncesinin 28 Şubat’ını konuşanların, sağdan soldan anlatanların bir sıkıntısı var. Üç yıl önce bu yoktu. Daha rahat konuşulurdu. Çünkü o zaman umutlar taze, gelecek parlaktı. Yetmez ama evet diyenlerin dahi dayanağı bol, beklentileri meşruydu.
Şimdi onca damak şaklatarak “Ne de kötü günlerdi, uykularımız kaçardı vallahi” diyenlerin, söyleseler de söylemeseler de içlerinde bir sıkıntı, yüzlerinde bir mahcubiyet var. Çünkü biliyorlar: 15 yıl geçti, bazıları için az şey değişti. Bu işini kaybeden kaçıncı gazeteci? Kaç gazeteci, aydın rahat uyuyor? 

Nuray Mert kim?
Nuray Mert, Türkiye’de demokratikleşmenin ağır işçilerinden. “Dinciler üniversitede örgütleniyor, kızların başlarını kapatıyor, ikna odalarında ya açalım ya okula sokmayalım” diye ağzı köpürürek bağıran İstanbul Üniversitesi hocalarının en azgınlarının karşısına dikilen, başörtülü kadınların yanında yer alan, yalnızca üniversitede değil kadının olmak istediği her yerde başörtüsü takabilmesini savunan bir hoca.
AKP’ye karşı kapatma davası açıldığında, AKP’ye diş bileyip süngü kuşanan ordu ve muhafazakâr Kemalist bürokratlara karşı duran, AKP’nin sistem dışına itilmesinin demokratik sistemin sonu olacağını düşünen, yazan bir demokrat. Anıtkabir’e gözyaşı içinde şikâyete koşulduğu zamanlarda dahi laikliğin marazi bir takıntı haline gelebileceğini yazabilecek cesarette bir kalem.
İslam’dan bir garabet peydahlamaya çalışan Batılı yeni muhafazakârlara, yaptıklarının ırkçılık olduğunu anlatan, Şarkiyatçılığın dışında bir dille Doğulunun önce kendini kendi diliyle anlaması gerektiğini savunan, bizatihi bunu yapan, İslamcıların dahi sıklıkla başvurduğu bir yazar.
Şimdi ekseriya muhafazakâr İslamcıların tedavüle soktuğu Kemalizm eleştirilerini geliştiren, Türkiye’de uygulanış biçimiyle laikliğin din ve devletin ayrımı değil, dinin devlet tarafından kullanılması anlamına geldiğini anlatan, dinle dalga geçen, onu aşağılayanlara karşı her zaman mesafeli duran, onlara had hudut bildiren bir aydın.
İslam’la ilişkisini ben anlatmayayım, ayıp olur, incinir, her inananı böyle konular rencide eder. “İnançlı olmasaydım solcu kalmaya devam edemezdim” diyebilecek kadar cesur, kökleri bu topraklarda, vicdanı sağlam, geldiği ve gittiği yeri eyyamın havasına göre değişmeyen bir güzel insan.
Şimdi köşesi boş. Milliyet’i alıp bakıyorum. Bir eksiklik var. CHP kongresi oldu geçti, gazeteleri okuyorum, tartışmalarda bir kekrelik, bir irtifa kaybı... 28 Şubat geçiyor, nasıl konuştuğumuza bakıyorum, tesviye edilmiş tarla gibi. Tartışmada bazıları yok. Duyamıyoruz. En hissedilir sessizlik de Nurat Mert’in köşesinde... 

Tatile çıkarmışlar
Milliyet yönetimi tatile çıkarmış. Bari arkadan vurmayın. Çıkın deyin ki mertçe: “Nuray bizi riske atıyordu, biz de çekiniyoruz, işine son veriyoruz.” Bu suskunluk kadar incitici olmazdı. Bu kadar alaturka, ergen ve sivilceli kokmazdı. Siyaset ve basın tarihimize bu kalın harflerle yazılmazdı.
Nuray Mert ne ilk ne son. Gidişat onu gösteriyor. Başka yazarlar da yakında işlerini kaybedecek. Anti-demokratlığın kalemşorları her çağda, her çapta, her tarafta iş bulurken Ergenekoncular, faşistler, totaliterler, ahmaklar zebadullah yazarken, yere kapaklananların yanına koşan demokratlar bugün yere seriliyor, yerlerinden ediliyor. Düşene hısmım diye el uzatanlar, kalkanın hasmı oluyor.
Ne yapacağız? Bunları yazacağız. Anlattığımız son yalansız hikâye bu olmasın diye.