Bana ısrarla soruyorlar "Ne düşünüyorsun" diye. Ormanın nasıl yandığını ya da kimin yaktığını hiç merak etmedim. O ormanda kavrulan 20 gence mani olamamanın utancı bana yetti.
Yüreğimize bir ateş topu düştü, yaktı kavurdu...
Ömürlerinin en cevahir zamanlarında toprağın koynuna giren gençlerimizin tümünü, kendi adıma derin bir utanç ve sonsuz bir rahmetle anıyorum.
Bu kabul edilemez hadisenin vuku bulduğu günden beri televizyon kanallarında ve sosyal medyada benim ne düşündüğüm ve niye açıklamadığım sorulup duruluyor.
Üstelik ‘söz söyleme mecburiyeti’, sözü nasıl söylemem gerektiğine dair bir yöne kaymış durumda.
Kahrolan, üzülen, yüreği sızlayan milyonlarca insan olduğunu biliyorum. Ama söz söyletme çığlıkları atanlar var ya, işte o güruhun bir tekinin ama bir tekinin bile içinin benim kadar yandığını bilsem, buna inansam gam yemeyeceğim. İçlerinde uzaktan-yakından bildiklerim var. Dünya yansa umurlarında olmayacak; hakiki anlamda bir tek damla yaş dökmeyecek kadar vicdanını icarlamış insanlar var. İşin kötüsü, bunlara inanan, bunlardan etkilenen insanlar var.
Sevgili kardeşlerim, bir histeriyle kameralara koşanların ve orada üzgünmüş gibi yapıp âleme nizamat vermeye çalışanların çoğunu tanıyorum. Bilesiniz ki çoğunun bir nebbaştan farkı yoktur.
Kınamak dünyanın en kolay işidir. Zor olan barış ve kardeşliğin harcını karmaktır. Bizden hesabı sorulacak olan budur. “Kınamak dışında ne yaptınız?” dendiği zaman verilecek esaslı bir cevabı olmayanlar öfke ve düşmanlığın kök salmasına çalışıyorlar.
Bu davranış tarzının sadece yeni ölümlere yol açtığını görmek için yakın tarihi birazcık hatırlamak yeterlidir.
Aktif siyasete tam da kınamanın dışında bir şeyler yapmak için girdim.
Sosyalizmin bana öğrettiği en kıymetli bilgi, bir tutum olarak onun ahlak felsefesidir.
Ontolojik bir şey değildir. Mağdura ve mazluma ne kimlik ne de pasaport sormadan, hatta soru bile sormadan yanında durmanın onuru ile bezelidir.
Askerliğin zorunlu, hayatın zor, savaşın kolay, hamasetin bol olduğu bu topraklarda hiçbir kurbanı suçlu saymamak, hiçbirine kimlik sormamak gerektiğini öğrenmem kolay olmadı.
Eylemsizlik sürecinde yapılan askeri operasyonlar sonucu hayatını kaybeden Kürt gençlerine ne kadar yandıysam, Hakkâri’deki iki uzman çavuşun hayatlarına da o kadar yandım. Hayatını kaybeden imam ne kadar içimi yaktıysa taziyesine gittiğim Kürt gençleri de o kadar yaktı. Ormanın nasıl yandığını ya da kimin yaktığını hiç merak etmedim. O ormanda kavrulan 20 gence mani olamayanlardan birisi olmanın utancı bana yetti. Rehin alınanların evine salimen dönebilmesini sağlamak, yakınlarının endişeli bir bekleyişle her gün kahrolmasını engelleyebilmek için öz canımı dileyene rehin bırakabilirim. Ama sizin öfkeli çığlıklarla istediğiniz gibi davranamam. Bunu siz yeterince yaptınız ve yapmaya devam ediyorsunuz zaten. Bir faydasını gördüyseniz ta haşre kadar devam edebilirsiniz. Beni ‘yok’ yazın.
Siyaset bir anlamda maliyetleri düşürme işidir. Dünyada ne olacaksa yine olur, olacaktır. Yalnızca siyaset ama herkesin kendisi olarak katılabildiği bir siyaset, bunun insanlığa maliyetini aza indirebilir. Ak Parti’nin siyasetsizliği, dar görüşlülüğü ve savaş diline dönme isteği beni şaşırtmıyor. Ben siyaset alanlarını genişletme yolunda halen bir arpa boyu yol alamadığımız için kendimize şaşırmak ve kızmakla meşgulum.
Ana muhalefet liderinin, herkesin şehit olmaya hazır olduğu tekmiline üzülemiyorum bile. Ölen ve öldürenin, inanıyorsa aynı Allah’a inandığını, ikisinin de bir vatan tasavvuru olduğunu, hangi berat ile şehitlik mertebesi dağıttığını anlamaya çalışıyorum sadece. Bunu bir anlasam, hünerin şehit olmakta değil yaşamak ve yaşatmakta olduğunu da söyleyeceğim.
Şimdi bana ısrarla “Ne düşünüyorsun” diye soruyorlar.
Silahların yeniden konuşmaya başladığı bir zamanda sesimiz ne kadar etkili olur, sözün bir hükmü olur mu?
Silahların susmasını istemek bir insanlık borcudur. Bunu önce kimin bırakacağı sadece teknik bir meseledir. Bize düşen, bedelini düşünmeden, bu iklimi sağlayacak bir dil ve zemine katkı sunmaktır. Ben buna şeksiz şüphesiz katkı sunmak için siyaset yapıyorum.
Bunun tersi bir davranış izafe edenleri, şiddete karşı suskun kaldığımı söyleyenlerin zalimliklerini bir kenara yazıyorum. Tarih de yazacak. Yarın bu arlanmazlıkları karşısında ne diyecekler, bu herzeleri önlerine konduğunda nasıl yüzümüze bakacaklar bilmiyorum. Kendi kişisel tarihlerindeki mahcubiyetler silsilesine bakmalarını öneriyorum.
Ne düşünüyorum?
Anlarlar mı emin değilim ama “Allahım bedenimi öyle büyüt ki cehennemde benden başka hiç kimse yanmasın” diyen Hz. Ebubekir’in imanını ve duasını düşünüyorum.
Bizi maaş vermemekle, suç duyurularıyla, hedef göstermekle diz çöktürüp terbiye edeceğini sananlar; hakkı hırsızlanmış, oyları çalınmış bir yoldaşımızı unutarak, başka hakları savunabileceğimizi umanlar; ‘gök ekini biçilmiş gibi’ gün görmeden, murad almadan ölenlere yanmayacağımızı varsayanlar; elinden ve dilinden ölümden başka bir şey sadrolmayanlar; ülkemizin ayağı her sürçtüğünde sahne alanlar, kinlerini kusanlar; Kürtçe bir ayran türküsüne su şişesi fırlatacak kadar naylon kafalılar; gücünü, dilini ve imkânlarını barış yerine savaşa yöneltenler; kendisine hak gördüğünü başkasına lütuf sayanlar, size söylüyorum.
Bende Hz. Ebubekir’in imanı gibi bir iman yok, had hudud bilenlerdenim. Öyle bir yanmak herkese nasip olmaz.
Benim duam ve bedenim kaç gencin yerini işgal edebilir ki?
İşte bu yüzden, sayıca hayli fazla olan siz ve sizin gibilerle birlikte cehennemde yanmayı diliyorum.
Yeter ki bir sevgiliye sarılacak çağdaki kızlarımız, oğlanlarımız bayraklara sarılmasın.
Not: Malum, sık ve düzenli yazı yazamıyorum. Bu yüzden boyun borcu iki teşekkürü de yerine getirmem gerek.
Aramızdaki tartışmaya dört makale ayırarak görüşlerini açıklayan ve siyasi bir tartışmayı seyirlik bir temaşaya dönüştürmek isteyenlere prim vermeyen Murat Belge’ye teşekkür ederim.
Bana oy vermediğini ve desteklemediğini açıklayan Zeynep Tanbay’a da teşekkür ederim. İroni yapmıyorum. Bu jestiyle beni nasıl onurlandırdığını anlatmam kabil değildir.