Dikkatinizi çekiyor mu?

Artık üniversite mezunu sayımız çok fazla. Kime çarpsanız üniversite mezunu hatta 2 üniversite, 3 üniversite mezunu.

Çocukluğumda okuma oranlarının düşüklüğüne dair haberler olurdu. Artık öyle bir sıkıntımız kalmadı. İlkokula başlar başlamaz ‘okuyacaksın’, ‘okumalısın’ diye yetiştiriliyoruz. Okuyoruz, okuyoruz, okuyoruz…

Bir bakmışız ki sonu yok. X üniversitesinin Y bölümünü okuduk, iş bulamadık. Z üniversitesinin bilmem ne bölümünü kazanıp bitiriyoruz. Sonra Y üniversitesi ve sonra 3 üniversite okumuşken bir de ‘master’ diye bir şey yapıyoruz.

Çok donanımlı insancıklar olarak piyasanın pençelerine el pençe divan vaziyette atıldığımızda, bir de bakıyoruz ki enerjimizi üniversite sıralarında harcamışız.

Bu kez sınavlar furyası başlıyor. Herkesin girdiği sınava girip yüksek puan alıyoruz ama yetmezzzz… Kurum da sınav yapacak. Onu kazanıyoruz ama yetmezzzz… Mülakat şart. Onu geçmek zaten mümkün değil.

Sonra birden gelenekselci damarımız tutuyor. “Bu kadar okuyacağıma liseden çıkar çıkmaz bir yerde çırak olsaydım”lar, “Evlenseydim de bari bir işe yarasaydı”lar, “Okudum da alim mi oldum sanki”ler.

Neticede, “Cahillik mutluluktur” durağında buluşuyoruz. Hepimiz mutsuz, hepimizin suratından düşen bin parça, gözler bir noktada, başlar hep eğik…

Arada bir birileri çıkıp ‘Huzur isyandadır’ diyecek oluyor, onları da indiriveriyorlar zaten.

Türkiye ‘mutsuz insan fabrikası’.

Kime sorsanız hasta, orası ağrıyor, burası dökülüyor… İlaç üstüne uzman olmuşuz. Yetmemiş alternatif tıbbı da çözmüşüz. Stresten bağışıklık sistemimiz çökmüş, hastalık hastası olmuşuz. Genel tanı ‘depresyon’. Bazı iş bilirler var, o kadar okumuş, beklentisine ulaşamamış, iki sertifikayla işi çözmüş: İnsanlara ‘pozitif olun’, ‘gülümseyin’, ‘sizin enerjiniz nasılsa dünya size öyle dönecek’ deyip, bu elim durumdan cep doldurmaya başlamış. Ne yapsınlar, onlar da okumuş, okumuş, okumuş… Canlarına okununca çareyi böyle bulmuşlar.

Türkiye ‘mutsuz insanlar fabrikası’ beyler, bayanlar…

Mutsuz insanlar ne yapar, bilir misiniz? Rıza düzeyleri artar, boyun eğerler, düşünmeyi reddederler, önlerine ne sürülürse kabullenirler, hayattan zevk almamaya başlarlar. Sonra da ölümü beklerler…

Malum, yaşarken ölmek, yaşarken ölmeyi istemek ya da işte ‘intihar’, sadece yaşamına kendi ellerinle son verme isteği değil. Standartlarını kullanmadan yaşıyorsan, buna mahkum ediliyorsan, diğer bir deyimle; kayayı kaldıracak gücün varken çakıl taşlarıyla oynuyorsan, ‘sen zaten ölmüşsün be gülüm…’