Anayasa Mahkemesi’nin ellinci kuruluş yıldönümü konuşmaları ilginçti.
Cumhurbaşkanı Gül, anayasalar “hiçbir özel fikrin, partinin, ideolojinin ve doktrinin mührünü taşımamalı” derken, şu isabetli noktayı da vurguluyordu:
“Bugün güçlü olduğumuzda, bizi kendi gücümüzden koruyacak bir anayasal kural, yarın zayıf düştüğümüzde bizi başkalarının haksızlığından da korur.”
Cumhurbaşkanı Gül’ün, demokrasilerde seçim sandığından çıkan ‘çoğunluk’un her şey demek olmadığını, ‘azınlık’ olanın haklarını korumadan demokrasinin gerçeklik kazanamayacağını anlatan bu bakış açısını özellikle şu cümlesi tamamlıyordu:
“Anayasa aracılığıyla bir önceki dönemin mağdurlarını muktedir ve mağrur kılma çabası hep menfi neticeler doğurmuştur.”
Sayın Cumhurbaşkanı’nın demokrasi ve özgürlükler açısından son derece isabetli olan mesajlarını Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın şu sözü tamamlayıcı nitelik taşıyordu:
“Özgür düşüncenin olmadığı yerde tek doğru anlayışı vardır.”
Haşim Kılıç’ın bu cümlesinin altını özellikle çiziyorum. Her şeyin doğrusunu ben bilirim ve her şey benim bu doğruma göre şekillenecektir anlayışı tehlikelidir.
Otoriter, totaliter rejimlerin özünde ‘tek doğru’ anlayışı yatar. “Neyin doğru olduğunu ben bilirim, ölçüyü ben koyarım!” diyenlerin insanlığa çektirdikleri acılarla doludur tarih.
Bunun bir başka adı da, ‘toplum mühendisliği’dir.
Princeton Üniversitesi’nden değerli Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. M. Şükrü Hanioğlu, Sabah’taki makalesinde toplum mühendisliği anlayışını eleştirirken şunları yazıyor:
“Toplum mühendisliği, Türkiye’de değişik siyasi hareketler tarafından yirminci asır başındaki anlamıyla kavramsallaştırılmakta ve Karl Popper’ın Tarihselciliğin Sefaleti’nde şiddetle eleştirdiği, ‘geleceğin bilinebileceği’, onun için toplumun hazırlanması, gerekiyorsa da dönüştürülmesinin gerekli olduğu felsefi varsayımına dayandırılmak-tadır.” (*)
Tek doğru anlayışı...
Toplum mühendisliği...
Her şeyi bilirimcilik...
Gerçeği kendi tekeline almak...
Kendi ölçülerini dayatmak...
Bütün bunlar, özgür ve eleştirel düşünceyi kıskaca alan, hatta boğabilen rejimlerin kapısını açmıştır tarihte.
Ve tarihte de kalmış değildir.
Bugün de varlığını sürdürmektedir.
Ayrıca bizim için de geçerlidir.
Kökleri İttihat Terakki’yle Cumhuriyet’in kuruluşuna giden ve ruhumuzda yer etmiş tek doğru anlayışı ve toplum mühendisliği bizi bugün de rahatsız etmeye devam ediyor, demokrasiye köstek oluyor.
Çözülmeye başlamış olan askeri vesayet ve onun temel dayanağı olan Kemalizm iliklerimize kadar işlemiş ‘tek doğru anlayışı’nın ürünüdür.
Ama bununla sınırlı değildir bu konu.
Günümüzde de örnekleri var.
Başbakan Erdoğan’ın Kars’taki heykele ilişkin ucube çıkışı... Şehir tiyatrolarıyla sahne alan muhafazakâr sanat tartışmaları... Bülent Arınç’ın kendilerine benzemeyenlere dönük “Sabırları zorluyorsunuz!” tehdit ya da gözdağı... İçki, aile, dindar nesil konularıyla da kendini belli eden muhafazakâr dalga...
Hepsindeki mesaj ortak sayılabilir:
Ölçüyü ben koyarım, buna uyulur, çünkü doğruyu ben bilirim mesajıdır bu.
Ahmet Altan, Taraf’taki başyazısında dün bu zihniyeti ve ‘muhafazakâr dalga’yı şöyle eleştiriyordu:
“Böylece dönüyoruz 1923’e... Herkesi kendisine benzetmeye çalışan, köylülere zorla Batı müziği dinleten, balo yaparak, dans ederek Batılı olunacağına ve Türkiye’yi Batılı hayat tarzının kurtaracağına samimiyetle inanan Mustafa Kemal’in dindar versiyonu çıkıyor karşımıza... Mustafa Kemal’le bugünkü AKP yöneticilerinin talepleri birbirinden farklı ama model seçme yöntemleri aynı, model kendileri...”
Dünkü yazım da, bugünkü yazım da, muhafazakâr dünya ve demokrasi konusunu ele alıyor. Bu konunun düşünülmesi temennisiyle...
—————
* M. Şükrü Hanioğlu, Türkiye mutlaka birisine mi kalmalı, (Sabah gazetesi, 22 Nisan 2012, s. 25)