Kendisinin tankı, topu, tüfeği vardır; ülkenin meşru hükümetini devirmek ister ama “silahsız kuvvetler”i göreve çağırır, çünkü post-modern çağda askeri darbe, yapmak isteyeni vuran bir bumerang olabilir.

Kendisinin dergisi vardır ama elindeki bomba gibi haberi bir başka dergiye verir çünkü haber gerçekten “bomba gibi”dir, pekala kullanmak isteyenin elinde patlayabilir.

Kendisinin silahlı militanları, her türlü malzemesi ve tecrübesi vardır ama büyükşehirlerde kaos çıkartmak için şaibeli küçük örgütleri kullanır çünkü “kör terörizm” kendi imajına zarar verebilir.

Kendisine bavullarla belge akar, bunların yayınlanmasını çok ister ama bavulları kendi gazetelerine ve gazetecilerine değil de başkalarına yönlendirir çünkü geri plandaki güç olduğunun anlaşılmasını istemez...

Örnekleri çoğaltabiliriz. Bu tür durumları açıklamada genellikle Fransızca kökenli “taşeron” sözcüğü kullanılır. Türk Dil Kurumu’nun “Büyük bir işin bir bölümünü yaptırmayı, asıl müteahhitten alarak kendisi üstlenen diğer yüklenici” olarak tanımladığı düşünülürse bu sözcüğün isabetli bir seçim olduğu açıktır.

Yine de benim aklıma bu tür durumlarda hep sınır bölgeleri, mayınlı araziler ve kaçakçılar da gelir. Tabii bir de onların katır, eşek gibi hayvanları. Malum, kaçakçılar önce katır, eşek gibi bir hayvanı salar, ardından onun ayak izlerini takip ederek mayınlı araziden geçerlermiş.

Mayınlı arazi

Türkiye’nin siyasi açıdan bir dizi mayınlı araziyle dolu olduğu düşünülürse önde gelen siyasi aktörlerin bazı badireleri zaiyatsız atlatabilmek için kendi dışlarndaki güçleri kullanmaya yönelmeleri, pek ahlaki olmasa da anlaşılabilir bir durumdur. Anlaşılmaz olan, mayınlı arazide büyük bir cesaretle dolanan kişi ve/veya kurumların olup biteni bir türlü anlamamaları, anlamak istememeleri ve hatta bazen, içinde bulundukları durumu bir misyon olarak sunmaya çalışmaları; bundan övünç duymalarıdır. Acı olansa, siyasi mücadelenin esas aktörlerinin, mayınlı arazileri kazasız belasız geçtikten sonra onları o arazilerin ortasında yalnız başlarına bırakmalarıdır.

Özellikle 2007 genel seçimlerinin ardından Türkiye, askeri vesayetin tasfiyesini hedefleyen olağandışı bir dönem yaşadı. Bu zorlu sürecin iki ana müttefiği olan AKP hükümetiyle Fethullah Gülen cemaatine, bilerek ya da bilmeyerek çok kişi doğrudan ya da dolaylı bir şekilde yardımcı oldu. Artık TSK’nın siyaset dışına çekilmesi büyük ölçüde tamamlanmış durumda. Belki bunun da etkisiyle AKP-Gülen hareketi ittifakı da ciddi bir şekilde çatırdıyor. Sonuçta Türkiye’nin (dolayısıyla siyasi iktidar ve Gülen hareketinin de) yeniden normalleşmeye yöneldiğini söyleyebiliriz.

Bu normalleşme sürecinde, olağandışı dönemde kendilerine küçük ve genellikle “kirli” roller düşmüş oyuncuların dışlanması kadar doğal bir şey olamaz. İşte daha şimdiden sağda solda duymaya başladığınız çığlıkları, yeni döneme ayak uyduramayan o minik taşeronlar atıyor.

Merak edecek bir şey yok. Hele üzülmeye hiç değmez!

*****


“Baba seni neden oraya koydular?”

Nedim Şener, dünkü Posta Gazetesi’nde çıkan Erhan Tuncel söyleşiyle gazeteciliğe müthiş bir dönüş yaptı. Ama ondan önce Doğan Kitap’tan çıkan “Baba Seni Neden Oraya Koydular?” adlı kitabı geliyor. Nedim, cezaevinden çıktıktan sonra, kitabın içerde yazmış olduğu ilk halini epey değiştirmiş, çok da iyi olmuş. Sonuçta elimizde, haksız yere yattığı bir yılı aşkın sürenin hesabını sormaktan çok, o süreçte edindiği deneyimleri, öğrendiklerini paylaşmak isteyen iyi bir gazetecinin kaleme aldığı bir eser var. Size kitabın en son cümlesini aktarmak istiyorum:

“Mazlumun zulmünün zalimin zulmünden beter olduğunu öğrendim.”