Bir süredir Fransa’nın güneybatı kesimi olan Pyrénées-Atlantiques bölgesindeyim. ‘Yürümek’ olarak tek kelimeye zaman zaman indirgediğim yaşam bu kez ‘marcher’(1) olarak devam ediyor. İçinde birçok yenilik barındırıyor. Öncelikle yaşadığım kentin sokaklarını, sevdiklerimi, o kentin sokaklarında birlikte yürüdüğüm yoldaşlarımı tercihli bir şekilde geride bırakmadım. 

Türkiye’nin politik ikliminde; "Kendi halinde hayallerimin lüks olduğu bir ülkeden çok yoruluyorum bazen ve çokça gidesim geliyor. Giden arkadaşlarımı özlüyorum. Herhangi bir anda orada olsa ne derdi diye düşündüğüm bir sürü boş sandalye bıraktı bana bu ülke" bu duygular ile geride kalanlar, ya da benim gibi adressiz yeni yollara çıkanlar…

Biz yabancısı değiliz sırt çantamız ile yollara çıkmanın, ama dediğim gibi bu kez biraz daha farklı. Her zaman olduğu gibi bir kez daha bizim/benim için hayatı yaşanılır/katlanılır kılan dayanışma oldu. Her dayanışmada görünür olan, görünür olmayan birçok kahraman vardır. Benim de bu yol alışımda hem kahramanlarım ve hem de çok güzel insanlarım oldu/olmaya devam ediyor. Hayatın bize kattığı güzelliklerden biri de bu olsa gerek. Daha öncesi bir merhabanın bile olmadığı insanlar ile ilk merhaba ile yeniden kurulan bir sevgi/dayanışma ağı…

Bunun için “güçlüyüm/güçlüyüz” diyebiliyoruz sistemlerin bütün baskı ve de dayatmalarına. Bu yürüme/marche halimde yeni şeylere tanıklık ediyor ve yeni şeyler öğreniyorum. Zaman zaman duygusal bir girdap içinde bulsam da kendimi, erkenden bir “salut”, “ça va”  bir tebessüm ile kendime geliyorum. Türkiye kentlerinin/politik gündemlerinin unutturduğu toprağa, ağaçlara, böceklere kulak verme, hayata bir kez daha –çocukluğumdaki gibi– onlar ile bakmak direnç veriyor. 

Neler öğreniyorum; tabi zaman zaman kendime şaşıyorum da. Bir anda bir sohbet ortasında kendimi sanki kaç yıl buradaymışım gibi Fransızcasında bir yol alış içinde görüyorum. Sonra ‘bırak lo erco bu kadar da değil, yoldaşların tebessümü, sıcaklığı, vücut dili sana çok şey anlatıyor zaten’ diyen iç sesime kulak veriyorum. 

Burada kulağıma en çok çalan üç kelime; d’accord(2), le châtaigne(3) ve Lulu(4). Pyrénées-Atlantiques bölgesindeki şehirlerden biri olan Pau’nun bir köyündeyim. Köy ve kent bizim bildiğimiz anlamdan çok daha başka. Türkiye’de şehir ve köy dediğimizde ardı sıra kimi özellikler sıralarız. Türkiye’de şehir dendiğinde üç kelime; beton, çirkin, sel... Köy dendiğinde ise hemen aklımıza mağduriyet gelir. Benim bunlar geliyor. Ve tabi Türkiye’de şehirlerde kalan son parklara da ‘arsa’ gözü ile bakılması daha da acı bir gerçek. Buradaki kentlere dair daha ilerde yazmaya devam edeceğim.

Çok hoşuma giden bir başka şey de; burada çöp diye bir şeyin olmaması. Evlerde çıkan hiçbir şey ‘artık’ değil, hepsinin başka bir yere yaradığını, başka bir işlev için kullanıldığını görmek bambaşka bir şey. Bu ayırım sadece sıvı, katı bir ayrışma değil, tüketilen meyve/sebzelerin geri kalanı, kabukluların kabukları, fırında çıkan yemeklerin arta kalanı vs. Hepsi başka bir ihtiyaç için temel gereklerden. 

Diğer bir öğrendiğim ise burada “önemli değil”in karşılığı “kesinlikle” olmasıdır. Önemli olamayan bir şey burada yok. Her şeyin bir önemi var, hele hele insan ilişkileri açısından. Dediğim gibi başka bir dil, kültür ve deneyim içinde yürüme/mache hali devam ediyor. Birlikte dayanışma ve çoğalma ile…

Sevgiler…

(1) Yürümek
(2) Tamamdır 
(3) Kestane
(4) Köydeki evin sevimli ve güzel ferdi köpeğin ismi.