İkilemler arası git-gellerin baş döndürücü hızında bazı sihirli es verme anları vardır. Manda da bu aralar, bu bereketli topraklar üzerinde böylesi bir aralığı yaşıyor olabilir. Çünkü kendi iradesi dışında ama çok dış güç etkisinin olduğunun da iddia edilemeyeceği bir süreçte ülke gündeminde zirveye oturtuldu. Mandanın dereden çıkıp bu akışın hızını yakalaması pek de olası görünmüyora benzer. Mandanın böylesi mandasal bir süreç tasarladığını hiç sanmamakla beraber, böylesi bir mandalığı da havsalasından geçirdiğini asla düşünmüyorum. Bıcı bıcı yaptığın sulak dünyanda huzur içerisinde kaykılmış yeni deryalıklar, dereler hayali kurarken; dışarıdan ceberut bir irade ile senin sütün, yoğurdun üzerinden fırtınalar koparılsın… Olacak şey mi? Ortada ciddi bir manda mağduriyeti var gibi. Bu mevzu uzar ve ulusallıktan, uluslararası boyuta taşınır ise; “Manda Hakları Evrensel Beyannamesi” gerekli olabilir. Manda haklarını ihlal edenlere kısa-uzun süreli; “Manda yoğurdu yememe” cezası verilebilir. Manda üzerinden yaratılmaya çabalanan ucube algının keskin halleri, ciddi psikolojik gerginliğe sebebiyet verebilir. Strese girmiş mandanın, süt vermeme olasılığı oldukça yüksek olsa gerek. Al başına iş. Tarım bakanlıklarında bu krize çözüm bulmak için; sağlık bakanlığı ile koordineli ve psikolog destekli “Manda rehabilitasyon” merkezleri açılabilir. Açılırsa, oradaki tıbben ve idareten görev yapanlar kaçar maaşlı olacak? Veteriner hekimlerin bu kadrolarla ilişkisi ne düzeyde seyir izleyecek? Mandaların psikologlarını seçme hakkı olacak mı? Ya manda: “Manda, mandanın halinden anlar. Sorunu yani bu psikolojik travmayı yaratan gelsin” derse!!!

İyi ki; Ölülerimiz, Mezarlıklarımız Var.

Manda; gölet bulanık sularında bıcı bıcı vaziyette ve kendi iç dünyasına kapalı bir ruhalet de; “Manda yuva yapmış söğüt dalına” türküsünü dinlerken, yeşil ördek gibi göllere dalamaz. Hatta göle dalan yeşil ördeğin sular üzerinde bıraktığı halkalar arasından: “Keşke ben de bu ördek gibi gamsız bir dünyayı taşıyabilseydim kavisli boynumda. Tanrın neydi günahım” diye serzenişte de bulunabilir. Her şey o anda oldu. Yani mandanın yoğurdunun keşfediliş anı, mandanın da karanlık miladının başlama zamanı oldu. Sanki onlardan önce manda yoğurdu yoktu. Yoğurt için, süt; süt için ise ot, sulak alan gerek… Başka? Çok daraldığında dış dünyadan kaçabileceğin, kafanı dinleyebileceğin, yuva yapabileceğin ve hatta süt verimini de arttırma olasılığı bulunan bir söğüt dalı gerek… Oysa otların, otlak alanların, meraların vaziyeti cehennem kuruluğunda sapsarı fotoğraf veriyor. İyi ki; ölülerimiz, mezarlıklarımız var. Yoksa adına ot denen, yeşillik türü aklımız çoktan delete etmişti. Meralara da beton döktüler. Oralarda yarattıkları ihtişamlı beton imparatorluklar altında, artık değişik bir tür otluyor. O tür mutlaka en donanımlı bilimsel laboratuarda hücre yapısıyla incelenmeli, gen haritası detaylarıyla çıkarılmalıdır. Beyni şimdilik bu işten vareste tutulmalı, risk içerebilir açmak.

Tuzun Koktuğu Zamanın Arifesi…

Sudaysa durum daha da vahime benziyor. Bilimde, doğada; “Su yoksa ot da bitmez” der. O beton imparatorlukların imparatorları, suyla da o kadar oynadılar ki; derelerin yollarını dahi değiştirdiler. Suyu da kuruttular. Altta kuruyan suysa, üstündeki toprağı damar damar çatlattı. Ama bu imparatorların ar damarları; çatlama muafiyetli, müşteri garantili. Suyun doğal yatağını, para kaynaklarına evirebilmek için; Karadeniz yaylalarında koca koca ninelerimizi, analarımızı topraklarda sürüklediler. O anaların yerlerde sürüklenirken dahi toprağa sıkı sıkıya (Adeta evlada sarılırcasına) tutunmuşlukları; hayatın tüm kötülüklere karşın devam halinde olduğunun yemyeşil karesine denk düşse gerek. O kutsal kadınlara suya sahip çıktıkları için, bu zulmü görenlerin de suyu ısınmışa benzer. Topraktan her bir damla su erimesinde, bu akıl dışılığın da; kanı çekiliyordu. Damarlarından en arsız ritmiyle, oluk oluk euro-dolar akıyor. Yürekleri ise ota, suya, toprağa, söğüt dalının kılcallarına, sevdaya, vatana can suyu değil; euroya, dolara, betona, kömüre, paraya tahvil olmuş değersizliğe kan pompalıyor. Sadece kan mı? Acıyı, ölümsüz ağacının toprağa yaşam tutkunluğunu, kemoterapiye davetiyeyi, begonvilin solan renklerini, meli kekliğin Toroslardan yankılanan ölüm çığlığını, ceylanın bu dağlardaki son sakar sekişini de pompalıyor yüreksizlik. O yüreksizliğin pompaladığı ölüm denli soğuk kan, karanlık dünyadan sızan irine karışıyor. O nedenle tuzun koktuğu zaman arifesi dense gerek, bu zamana…

Eniştenin Camızları (Mandaları) Bulma Halleri.

Ne kaldı ki, geriye? Su yok, toprak yok, ot yok. Söğütte de, doğal olarak mandanın yuva yapabileceği bir söğüt dalı yok. Doymak bilmez piyasacı pespayelik: “Koyunun etinden, sütünden, yününden…” özeti çıkarır iş bilirliği üzerine. Şu aralar da durum güncellemesi yapıp; “Mandanın da yoğurdundan” geçişi yapmakta paçalardan süzülen bayağılık. Tarihte bazı anlar vardır miladi niteliktedir ve kırılma zamanlarını ifadelendirir. “Manda yoğurdu” süreci de buna denk düşmüş olabilir. Şöyle de adlandırmak olası bunu: M.Y.Ö. (Manda Yoğurdundan Önce) ve M.Y.S. (Manda Yoğurdundan Sonra) gibi. Ancak bu tarihsel parçalanma; yoğurt, süt denli çok da akça-pakça yaşanmıyor gibi mandanın tanıklığında ve özneliğinde. Bunların yarışma programında izlemiştim. “Mandanın öbür adı nedir? Yanıt: Camız.” Bizim buralarda da bazıları camızı kullanır. Hatta; “Şu Köyceğiz Yolları” türküsünde denir ki; “Oldu mu Ayşem oldu mu? Enişten camızları buldu mu?” Çok hazin bir hikâyedir. Ayşe ile Hasan Dalar kaçarlar. Ayşe’nin babası ile de lavuk eniştesi peşlerine düşerler. Enişteye köylü sorar: “Ne arıyorsun?” Enişte: “Camızları” der. Aşıklar yakalanır. Hasan Muğla Damı’nda (Bu arada onurla bilginize: Muğla Damı bu satır yazanına da meskenlik yapmıştır. Öyle ya; türküdeki gibi: “Bizim için yapılmış. Şu Muğla’nın damları.”) sazı eline alır: “Oldu mu Ayşem oldu mu? Enişten camızları buldu mu?” sözleri dökülür yanık sesinden…

Alma Mandanın Ahını.

Bunlarda da enişte, damat muhabbetleri bitmez, tükenmez ironik bir mevzudur. 32 kısım tekmili birden her daim piyasadadır. En son piyasaya: “Burası Çok Önemli” isimli olanını sürdüler. Okuyucusu, alıcısı yok gibi. Muhtemelen yazanın damadı, eniştesi, kayınçosu oldukları da almıyor onun yazdığını. Elde patlamışa benzer mal. “Burası Çok Önemli” diyerek; göze sokmak istemesine, bin bir takla atarak dikkat çekme gayretine karşın kitap D&R vitrinlerinde patladı. Raftan tozunu alan yok. Bilemen gari: “Enişten camızları buldu mu?” Dünyanın halen öküz, camız, manda boynuzu üzerinde dönmediği gerçeğini kabullenme sıkıntısı yaşıyor yoğurda bulaşmış fikri sefalet ve cehalet. O nedenle dünya bakışları da, trene bakarcasına manasız. Oysa bir zeytin dalı sadece güvercin gagası arasında Nuh’un gemisine rota çizmiş bereket, barış, umut değildir. Hayatın bizzat kendisidir. Söğüt dalı da ha keza; sadece mandanın yuva yapacağı bir mekan değildir. Boşuna dememişler: “Alma mandanın ahını. Çıkar aheste, aheste…” Ama manda o kadar ah biriktirmiş ki; pek öyle aheste, aheste de çıkacağa benzemez. Manda bu: Ne ahını, ne de yoğurdunu bırakır. Sağmaya alışkın vicdansız, acımasız sömürgenliğe asla süt vermez. Boynuzu üzerinde sallayacağı da; bu karanlığa ve ölüme dönen sahte dünya olacaktır elbet. Mandadan al; gelmekte olanın müjdesini. Talan, yalan dünyasının alt-üst olduğu deprem haberini. Bu aralar mandanın boynuzları kaşındıkça; birilerinin de iç huzursuzluğu büyüyor. Ekran başı göz seyirmeleri ve yoğurdun kaymağına arsız göz koyma sendromları bundan kaynaklı olabilir. Sonuç olarak; “O manda, o söğüt dalına, o yuvayı yapacak.” En olmadı; o yuvayı, o söğüt dalına el birlik yapacağız. Manda Yoğurdundan Sonra (M.Y.S.) onurla yaşanacak bir milat varsa eğer…