Yandaş köşe yazarları koro halinde: "İmamoğlu mal varlığını açıklayabilir mi?" diye soruyorlardı. Ama burada özellikle İmamoğlu'nun varsıllığı üzerinden kent yoksullarını kışkırtmak istiyorlardı. Görüldü ki; yiğidin malı meydandaymış. Kaynağı da çok belliymiş. Şimdi sırada sahibinin sesi kalemşörlerin; sahiplerinin mal varlıklarına ilgi, alaka göstermeleri var. Yiğit olmayan, haramdan beslenen malını saklar. O malın kandan beslenerek, yoksulu soğana muhtaç ederek, harcının irinle karıştırılarak elde edilmiş olduğu afaki değildir. Öyle mal varlığı sadece kendi üzerine olanlarla değil. İmamoğlunun yaptığı gibi babasının, karısının tüm birinci derece yakınlarının mal varlığını eğer sıkıntılı bir kamburun yoksa 84 milyonun gözünün içine bakarak açıklarsın. Hani; "Çok lafta yalan, Çok malda haram vardır" derler ya... Bunlar 23 Haziran'a değin hiç susmadılar ya... "Babalar Ve Oğullar"; yakın süreçlerde farklı bir formatta yazıldı bu bereketli topraklar üzerinde... Ok atılıp, turnalar gözlerinden vuruldu bu esnada. Tabi hemen akabinde Dr. Frenkeştayn alaca karanlığına geçiş kaçınılmaz olmuştu. Korku insanı saldırganlaştırır. Paranoyak katiller vardır mesela. Bunlar kendilerinin sonunu hazırladığını sandıklarının ölüm meleği olurlar. Diktatörlerde bu ruh hali daha da belirgindir. Üniversitedeki; tez konum bununla ilgiliydi. Orada diktatörlerin psikolojisine dair: Korktukları için diktatör oldukları elde var olan verilerdendi. O nedenle koruma orduları, yüksek duvarları, çelik zırhları vardır onların...

DİKTATÖR TERCİHİ

Diktatörlerin toplumsal alandaki ürettikleri mal varlığında; hastane değil, hapishane; kütüphane değil, nezarethane; okul değil, tapınak; yaşama alanları değil, mezarlık esastır. Tapınakları mürit üretim merkezi olarak işlevli iken; hapishanelerinde de düşünenler kitlesel halde muhafaza altında tutulurlar. Kütüphane üzerinden okumanın ne kadar zararlı ve fitne üretim odağı olduğu telafuz edilir. Olmadı nezaret, oda mı olmadı mezarlığa kadar uzanır derin öğreticiliği diktatörlerin. Bu mallar ve mal varlıkları boşuna yani laf olsun diye oluşmadı değil mi? İyilik ve kötülük diktatörün belirlediği değer ölçütleri oluyor. Diktatör her şeyi halk için yaptığını söyler. Bazen buna kendisi de inanır. Görkemli yapıları, ihtişamları da hep halk içindir. Diktatör kendisi için bir şey istiyorsa namerttir. Yani diktatörün iktidarı da, mal varlığı da tamamen duygusaldır.

DİKTATÖR TANIMA KILAVUZU

Foreign Policy Dergisi mal varlığı üzerinden bir diktatörü tanımanın 7 yolunu ele alırken; şunlara yer verir: Sistematik bir biçimde medyanın gözünü korkutur. Burada dünyadaki Demokrasi Endeksi ve Basın Özgürlüğü Endeksi’ni karşılaştırarak bile önemli sonuçlar elde edilebilir. Bunun yerine kendi destekçi medya organlarını inşa eder. Hitler Almanyası’nın Propaganda Bakanı Goebbels bunun ilk üstün başarı ödülüne sahip olan örneklerdendir. Polisi, orduyu ve istihbarat servisini politize eder. Polis kamu görevi yapmaz. İktidarın polisidir, askeri kendi halkına ateş açar, istihbarat servisleri muhalifleri susturma işine angajedir. Bunun en kanlı örneklerinden, Augusto Pinochet iktidarı boyunca 3000’in üzerinde siyasi idam kararına imza atmış, 130.000 kişiyi de mapusta tutmuştur. Hükümet gözetimini siyasi rakipler üzerinde kullanır. 1960’larda Vietnam Savaşı’na karşı çıkan organizasyonların içine CIA ajanları sızdıran ABD Başkanı Richard Nixon bunun ilginç yöntem kullanan kimliklerindendir. Hükümet gücünü kendini destekleyen şirketler lehine, rakiplerin ise aleyhine kullanır. İhaleleri kendi güç odağındaki şirketlere verir, ekonomik akışı da aynı siyasi akış gibi bu sayede elinde tutar. Tam da burada açıklanamayan, kirli mal varlıkları oluşuyor. Yargıyı kendi elleriyle belirler. Bilirler ki; hukuğun kontrolü, güçler ayrılığı ilkesinde belirtilen o ‘güçler’in tamamını tek elde toplamanın yegane yoludur. Hukuk yandaş şirketlerin mal varlığını da güvenceye alır. Korku tellallığı yapar. Çoğu zaman olmayan bir düşman yaratırlar ve olmayan bir düşmanla mücadelenin altına farklı eylemler sıkıştırır. Her iki durumda da muhalif sesleri halkın gözünde şeytanlaştırmaya, düşmanlaştırmaya çalışır.

DİKTATÖRÜN MAL VARLIĞI HASSASİYETİ

Şimdi mal varlığı; diktatörlerin tavizsiz olduğu derin bir mevzudur ve tamamen duygusal önem taşır. Yeryüzünde mal varlığını açıklayan bir diktatör örneğine raslanmamıştır. Çünkü diktatörün malı da, iktidarı denli kirlidir. İmamoğlu'nun mal varlığını tamamen şeffaf bir şekilde açıklamasına sadece ekonomik bir hadise olarak bakmamak gerekebilir. Ders niteliğindedir ve birilerine "Oku bakim" demiştir. Bu diktatörlüğe inat, inadına demokrasi tutumu olsa gerek aynı zamanda. Yani mal varlığı deyince birilerinin yüzü ve midesi ekşiyorsa bu sebepten olsa gerek. Oysa diktatöre sorulabilir; "Hani dünya malı dünyada kalacaktı ya... Sultan Süleyman'a bile kalmamıştı dünya kem, küm, kebelek. Ne gerek vardı bu sıkıntılara pek çok sayın diktatör?" Diktatörlerin mal varlığı konusunda ki tepkiselliği, malının devasılığının açığa çıkacak olmasından değildir sadece. Malın varlığının kaynağını açıklamak onlar için en sıkıntılı hadise gibi. Bu yüzden yangından mal kaçırır gibi bir ruhalet taşırlar dünyalıkları sorgulandığında. O nedenle, "malı açıkla" dendiğinde, gözlerini kaçırarak; "Oldu mu Ayşem oldu mu, enişten camızları buldu mu" türküsünü söylerler. Gece mezarlık kıyısından geçerken; hızlı adımlarla yürüyüp havaya üflenen ıslık gibi bir durum yani. Bilirler ki; bir gün onlara, "Malı Görelim" denecek... Sonuç olarak; Mal varlığı sıkıntılı meşgaledir ve mülkiyet kötülüklerin anasıdır.

BİZİM MAL VARLIĞIMIZ

Bodrum'un en mühim hemşehrilerinden Cevat Şakir'in de başka bir mal varlığı tarifi var. "Çok zenginiz derken; martılar, yosunlar, okaliptuslar, bu toprak, bu gökyüzü, denizler bizim. Bizden zengini var mı?" der. Korsanlar ise koylarımıza, hazine arazilerimize, ormanlarımıza ayak basarak, yağmalayarak mal varlıklarını bizim zengiliğimizden çalarak büyütmenin peşindeydiler. Bize de çaldırmamak, değerlerimize sahip çıkmak, direnmek düştü doğal olarak. Yani evlerimizin aklığına, ormanımızın yeşiline, denizimizin mavisine sarılmak düştü. Onlar diktatörlükten kan buluyor; bizlerse Artemisten, Karyalı Prenses'ten, Heredot bilgeliğinden, Neyzen'den besleniyoruz. Balıkçı devamla: "Doğum, hastalık, ölüm Allah'ın emri. Anladık! Fakat ne bileyim, özlediğin bir işte çalışmadan, içine doğduğun şu dünyanın ötesini berisini hiç görmeden, taş üstüne bir taş koymadan, bir ağaçcağız olsun dikmeden, bir günceğiz olsun şunun bunun eteğini öpmeden yaşayamamak ve böylece dünyadan defolup gitmek de Allah'ın emri değil a!.." der. Bilmem anlatabildi mi? Ve bu malvarlığına sahip çıkmak geleneğimize boynumuzun borcu, yüreğimizin ateşi ve Cevat Şakir'e sözümüz olsun...