28 Şubat sürecinin pozitif yan etkilerinden birinin dindarların devletin sert yüzüyle karşılaşıp, mücadelelerini hak ve özgürlükler zeminine kaydırmaları olduğu iddia edile geldi. Gerçekte dindarlar ilk defa devletin o yüzüyle karşılaşmıyorlardı fakat özellikle 1980 sonrasında kurulan yeni dengelerde edindikleri rol ve misyon, devletle olan ilişkilerinde görece rahatlamalarını sağlamıştı ancak 28 Şubat o dengeleri sarsmıştı. Fakat daha önemlisi; Abdullah Gül`ün köşke çıkmasının, kapatma davasının AKP’nin kapatılmamasıyla sonuçlanmasının ama özellikle de kemalist Yargı bürokrasinin alt edildiği 2010 Referandumu’ndan sonra dindar kesim, hak-özgürlükler ve devletle olan ilişkisini tersine çevirdi: “Yeniden devletleşme“ olarak tanımlanabilecek bir süreç başladı.

Bu hususu biraz berraklaştırmakta fayda var: Yeniden devletçileşmek değil bahsettiğimiz. Zira 1980-1997 arası ve diğer benzeri süreçlerde kendilerine ait olmayan bir devletin yanında yer almak, taraftarlığını yapmak ile kendilerine ait devleti inşa etmek ve empoze etmek arasındaki farkı vurgulamaktayım. Bugün, özellikle Gezi İsyanı sırasında, AKP ve yakınında duran entelektüel kesim, 2007 ve öncesindeki Kemalistlerle oldukça benzer tutum ve söylemlere batmış durumdalar. Dahası gündelik hayatı kendi tercihleri doğrultusunda otoriter yöntemlerle dönüştürmeyi, farklılıkları bastırmayı kendilerinde doğal bir hak olarak görüyorlar. Aslında 2011 Genel Seçim sonuçları bu konuda açık bir tablonun habercisiydi.

2011 Genel Seçimlerinde Fatih Çarşamba’da sandık görevlisiydim. Seçime dair beklentim, AKP’nin fazla kapitalistleşmesi ve modernleşmesine köktenci İslamın tepki gösterip, Saadet ve HAS Parti’ye kısmi kaymaların olacağıydı. Benim görevli olduğum sandıktan çıkan sonuç oldukça çarpıcıydı: AKP ezip geçmişti ve HAS Parti ile Saadet ise hezimete uğramıştı. Bu Fatih Çarşamba gibi bir yer için oldukça sarsıcı bir sonuçtu ve ilk yorumum şuydu: “Türkiye İslami tercihini dinden değil, iktidardan ve biriktirmeden/zenginleşmeden yana yaptı.“

Bu çerçevede Türkiye İslami’nin 1997-2010 arasındaki liberal/demokrat görünümlü tutumunun derin bir analize tabi tutulması gerekiyor.

28 Şubat süreciyle parlayan entelektüellerden Etyen Mahçupyan’ın teorize ettiği ve benim de bir dönem yakın durduğum zihniyet analizine göre, Türkiye dindarları, başta küreselleşmenin ve diğer faktörlerin tetiklemesiyle dini de demokrat zihniyet içinden yeniden yorumlamaya başlamışlardı ve bireyselleşme sürecine girmişlerdi. 2007 sonrasında e-muhtıra ve başörtüsü yasağı karşıtı gruplarda birlikte hareket ettiğim yeni nesil birçok dindarın farklı kimliklerin özgürlükleri ve hakları konusundaki tutumu, bu tespiti doğrular nitelikteydi.

Fakat yukarıda da bahsettiğimiz gibi özellikle 2010 Referandumu sonrasında sadece AKP hükümetinin değil bu yeni nesil dindar entelektüel-siyasi çevrelerin de tutumlarında otoriterleşme eğilimi baş gösterdi.

O halde akla şu soru geliyor ister istemez: Tüm bu liberal/demokrat tutumlar taktik- takiye miydi?

Şimdilerde, vaktinde onlarla beraber Kemalizme karşı mücadele etmiş bizlere „Biz size dememiş miydik?“ diye çıkışanlar, komplocu ve karşıdakine güvenmeyen bakışlarıyla “Elbette takiyeydi“ diyebilirler. Fakat bu tutumu ve değişimi, milyonlarca kişinin gizlice planladığı ve hiç çaktırmadan başarıyla yürüttüğü bir taktik olarak görmek, sağlıklı bir bakış değil. Sağlıklı olan sosyo-politik bir analizdir.

İlk elden bizim tespitimiz ise bu tutumun geçici olup kalıcılaşmamasının altında yatanın, İslam dinin salık verdiği „kul olmanın“, liberalizmin salık verdiği „birey olmak“ ile çatışmacı gerilimdir. Başka bir ifadeyle, demokratik yurttaşlık ile cemaat çatışmasıdır söz konusu olan. Bu çatışma temel olarak toplumsal kararların meşruiyet kaynağında düğümlenir: Kararlar farklı çıkarların uzlaştığı kamusal ortak faydaya göre mi alınmalıdır yoksa dini referans ve ilkelere göre mi?

Liberal birey ve Müslüman kul’un bu gerilimi, maddi ekonomik ve siyasi koşullara göre şekil almaktadır: Eğer koşullar 1997-2010 arasındaki gibi aleyhte ve mücadeleyi gerektiriyorsa bireyselleşme/demokratik yurttaşlık yönünde bir uzlaşı mümkünken; tersine 2010 sonrası gibi eldeki iktidar olanakları genişse, cemaat üyesi kul olma yönündeki eğilim ağır basar.

Bugün gündeme gelen kızlı-erkekli ev ve sınıf düzenlemesi, alkol yasakları, kürtaj kısıtlaması gibi uygulamalar, İslam dininin „günahı seyreden günaha ortak olur“ yönündeki telkininden ve kişisel hayatın ötesinde tüm sosyal yaşamın tanzimini hedef alan içkurgusundan ileri gelmektedir. Ve eğer sosyal yaşamın „toplumsal gruplar arasındaki farklı çıkar ve tercih çatışmalarının tartışmayla kamusal ortak fayda yönünde uzlaştırılmasıyla“ tanzim edilmesi yerine, dini saiklerle ve kurallarla tanzimini öne koyuyorsanız, o sosyal yaşamı, bireylerin değil kulların cemaat sosyal yaşamı olarak kurguluyorsunuzdur.

Yani eğer elinizde yeterince güç yoksa, var olma mücadeleniz çerçevesinde ve alanınızı genişletmek için, farklı çıkarların uzlaştığı kamusal faydayı meşruiyet kaynağı olarak gören demokratik yurttaşlığa yakınlaşırsınız. Yok eğer yeterince güçlüyseniz, „uyumlu kullardan müteşekkil“ cemaati kurma ve genişletme imkanlarınız varsa, demokratik yurttaşlıktan uzaklaşırsınız.

Başka bir ifadeyle, kendiniz olamıyorsanız, bu imkanlardan yoksunsanız; kendinizi kurabilmek ve bunu meşru kılabilmek için başkalarının da haklarını savunursunuz. Ama eğer kendiniz olabilecek gücünüz varsa, bu güç başkalarını da kendine benzetme yönünde işlev görmeye başlayabilir. Dünün liberal Müslümanlarının bugün geldiği nokta budur: Onlar için toplumsal kararların meşruiyet kaynağı tekrar eskisine dönmüş, parantez kapanmıştır…