İşte şimdi, bir anda Özgür ile kitaplarım, geride bıraktıklarım üzerine konuşurken gözlerim buğulandı. Ne çok kitap geride bıraktım, ne çok kitabımda kaldı aklım… Ne çok!

Kitap kokusuna ilk alışmam o eski zamanlarda oldu. Köyümüze daha elektrikler yokken kardeşlerim ile birlikte dışarıda kış ayazı keserken biz yataklarımızda boğuşurduk. Bazen annem; “Erco bize hikâye kitabını oku” derdi ve ben okumaya başlardım. Bu hikâye kitaplarını okuldan alırdık, sonra değiştire değiştire okurduk, “deniz altında 20 bin fersah”, “deli dumrul”, Nasrettin Hoca hikayeleri hala aklımda.

Sonrasında ben bizim bakkal dükkânın karşısındaki halk kütüphanesine üye oldum, orada kitaplar alır dükkân koltuğuna gömülürdüm, aman ha müşteriler gelmesin, beni görmesin bir şey istemesinler, okumam bölünmeden okuyayım kitaplarımı. Hikâye kitaplarından romanlara geçişim böyle oldu. İlk önce el yordamı ile Emine Işınsu, Kemalettin Tuğcu, Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi yazarların kitaplarını okumaya başladım.

Hafta sonları köye giderken bir iki tane yanıma alırdım, dedem ile çobanlık yapardım o zaman, ama ben elimde kitaplar ile bir derede öylesine kalırdım, dedemin çok ötelerde “Lo Ercooo!” sesleri ile kendime gelirdim.

Sonrasında Ortaokul’da hayatıma giren yeni arkadaşlarım ile yeni kitaplar hayatıma girdi: “İdam Gecesi Anıları” hayatımda bir dönüm noktasıdır. İçim sarsılarak okuyup “evet işte ben de sosyalistim” dediğim zamandı o zamanlar. Sonrasında “Sosyalizmin ABC’si”, “Felsefenin Başlangıç İlkeleri”, “Felsefenin Temel İlkeleri” ve hayatımıza giren Yaşar Kemal romanları, Aziz Nesin hikâyeleri, Hasan Hüseyin Korkmazgil şiirleri, Hasret Gültekin’in ezgileri…

Bizi biz yapan hikâyelerimiz böylesine çoğalırken sistem, toplumsal yapı eleştirileri, aileye karşı ilk karşı gelişler, futbol tartışmalarından çıkıp politik tartışmalara kulak kabartma, onların bir parçası olmak… Ve masamda biriken kitaplarım. Emile Zola, Viktor Hugo, Nguyen Duc Thuan ve başkaları.

İlk kitabımı üniversite öğrencisi iken çaldım, sonrasında devam ettim kitap çalmalara. Her zaman çok kitap için param/paramız olmazdı. Kadıköy sahilde eskiden baraka bir yapıdan bir kitapevi vardı. Bir gün bir randevum öncesi oraya gittim. Baktım İsmail Beşikçi’nin ‘Devletarası Sömürge Kürdistan’ kitabı. Almak istedim, cebime baktım, kitaba yetecek kadar param var, alırsam sonra eve nasıl döneceğim, bunları düşünürken, benimle benzer düşüncede olduğunu düşündüğüm başka iki öğrenci gözüme ilişti, hiç konuşmadan bir birimizi anladık, ben kasa ile onların arasında geçtim “alın ne alacaksanız” dedim, sanırım sevgili bir çiftti. Kitaplarını aldılar, sonra “siz durun şimdi de ben alacağım” dedim, bu sefer onlar kasadaki kadın ile arama geçtiler, bütün bunları konuşmadan, gözler ile anlaşarak yapıyorduk,  bu kez de ben İsmail Beşikçi’nin kitabını aldım ve o bir anda kasadaki kadın ile göz göze geldik.

Hemen dışarı çıktık, biraz ilerledik arkamızda genç bir erkek; “kitapları kız arkadaşının çantasına koyalım o vapurla karşıya geçsin, biz pasajların içinde izimizi kaybedelim” dedik ve dağıldık. Gitti kitabım. Sonunda Akmar Pasajında izimi kaybettim. Daha sonra “Devtlerarası Sömürge Kürdistan” kitabını fotokopi çoğaltma olarak okudum. O zamanlarda birçok kitabı ancak böyle okuyabiliyorduk. Artık kitaplığımdaki kitaplar “yasal” olanlar ve başka bir dergi ya da kitabın arasına konularak “yasadışı” okunabilir olanlar diye ikiye ayrıldı bende. Gerçi gazeteler de böyleydi, her sabah gazete almak benim için çok güzel bir keyifti, ama Sivas ve Tokat gibi illerde “bizim” siyah beyaz Ülke, Özgür Ülke, Özgür Gündem vs gazetelerimizi renkli bir burjuva gazetesinin içine sarıp öyle alırdık.

Bu arada okuduğum bana ulaşan bütün hikâye, roman ve araştırma inceleme kitaplarını köyde bizim mahallenin bütün çocukları ile “duruma göre” paylaşıyordum. Hatta okuma yarışmaları düzenler güzel roman, hikâye özetleri yapanlara küçük hediyeler alırdım. Ya da birlikte yapardık. Artık bizimkileri kaygılandıracak kadar birikmeye başlamıştı kitaplarım.  

Ben üniversite öğrencisi olarak Ankara’da iken devlet beni gözaltına aldığında bizimkiler duyar duymaz babam hemen evin ikinci katına odama geçiyor, ne kadar kitap, kaset, poster varsa temizliyor, ki biz o odayı kardeşlerim, kuzenler, yeğenler, mahalleli çocuklar ile ne emekler ile düzenlemiş, ne çok şeyler taşımıştık dağda bayırda o odaya. Orası bizim kurtarılmış alanımızdı. Ama işte devletin beni alıkoyması ile babam odaya dalar ne kadar kitap, dergi, afiş vs varsa hepsi toplanır ve sobaya. O arada benim kitap dostlarım/kardeşlerim Zeycan ve Destina kitaplardan bir kaçını gizliden araklarlar ve birkaç çantaya sararak kırda toprağa gömerler.

Bir zaman sonra gömülen yerden o kitapları çıkarır evin çatısına saklarlar, ben 9 yıl 4 ay 15 gün cezaevinde yatıp çıktığımda bana verilen en güzel hediyeler, naylon parçalar, çuvallara teller ile sarılı o kitaplar oldu. Bunun hikayesini elbette Zeycan ve Destina’dan dinlemek bambaşka bir keyif.

Ne çok mutlu olmuş, ne çok gururlanmıştım.

Sokaklara, kitap evlerine yeniden karışmıştım, sahafları keşfetmiştim, kendimi mutlu etmek için kitaplar alıyordum, sevdiklerime hediye etmek için kitaplar alıyordum, artık benim odamda da kitaplığım diyebileceğim kadar kitap, dergi, broşür bir araya gelmişti. Zaman zaman içlerinden bir şeyler eksilse de sonunda güzel bir kitaplığım olmuştu. Ama işte hayat olduğu gibi devam ettiği için hayat zorunlu adreslerde devam ediyordu. Orada burada kalan kitaplar.

En sonunda artık bir adresim ve kitaplarım vardı. “Mülksüzler” ile bana “Ercan Jan senin politik olarak duracağın yer burasıdır” diyen Ursula K. Le Guin. “Eğer düşündüğüm her şeyi aklımda tutabilecek kadar güçlü bir hafızam olsaydı, bana öyle geliyor ki hiçbir şey yazmazdım” diyen Hannah Arendt ile devam ettim yola. Biriken kitaplar ile insan kendi yaşadığı yere biraz daha bağlanıyor. Ama işte Aynur, Selo, Betül, Çido, Esir, Yunus… bir yolunu bulur onlar da benden çalarlardı kitapları. Zaman zaman bu kitaplarımdan da azalmalar olsa da, ben tekrardan başka şekillerde çoğaltmanın yolunu buluyordum.

Olmadı, bitmedi devletin halleri, bir kez daha uzun bir yolculuk, bu kez Fransa’ya düştü yolum, geride onca sevdiklerim, hayatı aşkla yaşadığım sokaklar, kitaplarım… Kitaplarım kutularda bizim marketin deposunda kaldı. İçlerinde cezaevlerinden gelen kitaplarım, bana hediye edilenler, benim çaldıklarım, başka arkadaşlardan yürüttüklerim ve tabi yazarı olduğum kitaplar.

Ne hayaller, ne hikâyeler, şimdi Güney Batı Fransa’da bir köy evinin çatı katında kitaplar biriktiriyorum, yüz yıllık, yüz elli yıllık eski kitapların yanında.  Fransızlar ile yaşamaya başladığım süreçten bu yana gördüğüm en güzel şeylerden birisi evlerin kütüphanelerinde yüz yıllık, yüz elli yıllık kitaplar, 68’lerin o plakları, eski kasetler, resimler, her ev kendi içinde bir müze adeta. Sanırım bendeki yaralardan kaynaklı olsa gerek, yaşadığım yüzyıllık binanın çatı katında bir “müze oda” gibi bir şey yapmaya başladım, yoldaşım Gerard buraya “maison de thé/çay evi” dese de bana göre burası müze oda. İkinci Dünya savaşı zamanında çingene çocukların ev sahipleri tarafından saklandıkları bu evde şimdi yaşadığı devletten kaçan bir “kaçak” yaşıyor.

Ben bu evi, bu insanları, bu eski eşyaları çok sevdim. Hani hep deriz ya; “her insan bir hikayedir” diye, bana göre tanıdığım her insan bir romandır. Şimdi çatı katımdaki çok güzel üç odada bu romanlar –Babet, Gerard, Elisa, Janeau, Joseph- ile birlikte bir asırlık kitaplar yan yana. Bu durum beni çok eskilere götürdü bir kez daha.

Ya bizlerin o hep kapı arkasında ‘anlık baskınlar’dan korunan, en ufak bir kaygı ile yakılan, topraklara gömülen kitaplarımız, resimlerimiz, mektuplarımız…

Olsun diyorum ben yeniden biriktiriyorum yüz yıllık kitaplar, plaklar, eski kasetlerin yanında, bir gün bunlar da geride kalacak biliyorum, ben hep biriktirmeye devam edeceğim ama okuyanları mutlaka olur! Hem bir gün bizim de “baskın” korkusu olmadan kendi evlerimizde, sokaklarımızda, mahallelerimizde çocukların içinde oyun oynayacakları ve bizlerin keyifle raflarını karıştıracağımız, kuracağımız güzel kitaplıklarımız, kütüphanelerimiz olur.