Suriye’de rejim karşıtı eylemlerin başladığı Mart 2011’den sonra ülkede oluşan Gordion düğümünü ilk çözen Kürtler oldu. Rejimin güvensizliği, muhaliflerin organize bir güce dönüşememeleri Rojava Kürtlerini kendi özgücünü oluşturup kendi bölgeleri için kullanmaya yönlendirdi.

Kürtler, PYD (Demokratik Birlik Partisi) öncüllüğünde ve YPG (Halk Savunma Birlikleri)’nin askeri gücü sayesinde Suriye’de muhalifler ile rejim arasındaki çatışmalarda üçüncü bir seçenek olarak kendi bölgelerini koruma ve geliştirme yolunu seçtiler. Bu tercihte Esad rejiminin güvensizliği, kalıcı olarak görülmemesi ve Kürtlerin hakları konusundaki kötü mirası etkili oldu.

Muhaliflerin safında yer almamadaki temel neden ise muhalif grupların Kürtlerin taleplerine ciddi yaklaşmayıp her şeyi rejimin devrilmesinden sonraya ertelemeleri ve özellikle muhaliflerin Suriye dışı güçlerin kontrolünde hareket ettiklerinin anlaşılmasından kaynaklıdır.

12 Temmuz 2012’de haber ajansı ANHA’nın PYD'nin Kürt bölgelerinde hükümet, anayasa ve parlamento kurma konusunda planları olduğu bilgisini geçmesinden bir hafta (19 Temmuz 2012) sonra Kürt güçleri birçok noktada kontrolü ele geçirdiler.

Türkiye ve Rojava

Bu gelişme Suriye’de dengeleri değiştirdiği gibi bölge ülkelerinde de şaşkınlık yarattı. Irak Kürdistan Bölgesi’nden sonra Suriye’de de fiili bir Kürt oluşumu özellikle İran ve Türkiye’de yankı buldu. İran, Suriye rejiminin sadık bir destekleyicisi olarak Kürtlerin muhalif unsurlara dahil olmamasından memnuniyet duyup Rojava’nın çok güçlenmesine engel olurken Irak Kürdistan’ı ile ancak yıllar sonra doğru dürüst ilişkiler geliştirebilen Türkiye hemen yanıbaşındaki Kürtlerin siyasal ve askeri kurumsallaşmasına göz yummayacağını açıkladı.

Dönemin Başbakanı Erdoğan bir yandan milliyetçi Türk kamuoyunu rahatlatmaya çalışırken diğer yandan Kürtleri uyarmaktan da geri kalmıyordu. “Suriye’de bir oldu bittiye izin vermeyiz” diyen Erdoğan bu sözleriyle açık bir tehditte bulunurken Türkiye’nin Suriye’de Kürtlerin temel haklarına karşı olmadığı mesajı ise dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu‘ndan geldi.

Davutoğlu "Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da veya herhangi bir Ortadoğu ülkesinde, kardeş bir ülkede biz etnik ve mezhebi, dini bir ayrımı kesinlikle politikamızın esası yapmayız. Hiçbir etnik, mezhebi veya dini gruba karşı tavır almayız” açıklamasıyla Türkiye’nin Suriye Kürtlerine karşı olumsuz bir yaklaşımının olmadığını anlatmaya çalışıyordu.

Aslında Türkiye’nin burada yaşadığı ikilem basitti. Türk diplomasisi Kürtlerin yeni Suriye’nin şekillenmesinde söz sahibi olmalarının kaçınılmazlığını görüyor ama bunun PKK’ye yakın grupların gücüyle olmasından rahatsızlık duyuyordu. PKK’ye yakın bir grubun Türkiye-Suriye sınırı boyunca askeri-siyasi ve ekonomik kurumsallaşmasının risklerini hesaplayan yeni monşerler yeni Suriye’de her şeyin eskisi gibi olmayacağını da elbette görebiliyorlardı.

Bu süreçte Türkiye için siyasi risk hesaplamalar farklı yöntemlerle asgari seviyeye düşürülmeye çalışıldı. Birinci öncellik Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumaya dönüktü. Her bölgede farklı grupların askeri gücü oranında egemen olmaya başladığı Suriye’de kısa vadede bunun olasılıklar içerisinde olmadığı görüldü.

Farklı grupların bileşimi ile oluşturulacak yeni bir yapının kuracağı güçlü bir merkezi hükümet hayali ise Esad rejiminin direnciyle mümkün olamadı.

Geriye PYD dışı bir seçeneğin zorlanması kaldı. PYD’nin güçlü toplumsal desteği bunu kırınca PYD’yi halk nezdinde zayıflatacak girişimlerin devreye sokulması planlandı. Sınır kapılarının kapatılması, insani yardımın bir süre engellenmesi, PYD karşıtı muhalif hareketlerin desteklenmesi, Rojava’da ikili iktidar yapılanması, Suriye’de PYD bölgesindeki Arap aşiretlere bir takım vaatlerde bulunulması, Suriyeli muhalif grupların YPG ile çatışmaya teşvik edilmesi, IŞİD saldırıları bu planlar arasında yer alıyordu.

Irak Kürdistan’ı ve Rojava

Diğer tarafta Rojava’da oluşan yeni durum Kürtler arasında da tartışma yarattı. ”Kürdün, Kürdün kurdu” olduğu günlerin geride kaldığını düşünen ve birçok kişiyi yanıltan gelişmeler yaşandı. Rojava ile Irak Kürdistan’ı arasında kardeşlik hakkına ve hukukuna yakışmayan sınır kapılarının kapanması, Kürdistan Hükümetine yakın grupların tutuklanması, farklı partilere baskı iddiası, hendek olayı gibi birçok tatsız olay görüldü.

Halbuki Suriye olaylarının başlamasından sonra Kürt Ulusal Konferansı’nın alt yapısı hazırlanmış bu konferansla Ortadoğu’nun birçok yeni gelişmeye gebe olduğu günlerde Kürtlerin birlikteliği hedeflenmişti. Konferans eş başkanlık, delege yapısı ve yeni dönemin yeni aktörlerinin kim olacağı tartışmasıyla bir türlü toplanamadı.

Konferansın toplanamamasının nedeni tabi sadece bunlar değildi. Rojava’nın mevcut durumu ve geleceğiyle ilgili KDP ve PYD arasındaki görüş ayrılıkları da etkiliydi. PYD, Rojava’nın geleceğini özsavunma ve oluşturulan kanton sisteminde görürken KDP Rojava’nın geleceğini uluslararası desteğin alınacağı bir yapıda görüyordu. Ayrıca iç dinamikler açısından Erbil Mutabakatı temel şart olarak sunulurken PYD’nin Esad rejimine yakınlık iddialarını çürütmesi bekleniyordu.

Bir konuşmasında Güney’deki tüm kazanımları kaybetme pahasına Suriye’deki Kürtleri korumaya hazır olduğunu belirten Başkan Mesut Barzani Rojava’da PYD’nin farklı partilere karşı tahammülsüzlüğünü, Erbil mutabakatına sadık kalınmamasını ve rejim güçlerine yakın pozisyonunu eleştirerek “PYD, beni dinlemedi” diyordu.

“Kendilerine gereken bütün yardımı sağlayacağımı bildirdim. Beni dinlemediler. Putin, Obama ve Hollande ile yaptığım görüşmelerde Kürtlerin haklarının verilmesini ve Kürt realitesinin kabul edilmesini istedim. Onlar da bu durumu kabul etti ama Suriye’nin birliği ve çatısı altında ülke parçalanmadan gerçekleşeceğini belirttiler. Ben de Suriye'nin bütünlüğü içinde bir kimlikleri bile olmayan Kürtlerin artık tanınması gerektiğini söyledim. Daha sonra uluslararası bir destek bulmaya çalıştım ve kısmen bunu başardım. Ancak PYD’nin, Esad ile işbirliği içinde olması bazı ülkeleri kaygılandırdı. Bu, bazı ülkelere güvensizlik hissi verdi. Bu yüzden Suriyeli Kürtlere uluslararası desteği bulmakta zorluk çekmeye başladık" diyen Barzani bir anlamda PYD’den açık beklentisini de dile getiriyordu.

PYD ise rejimle yakınlık iddialarını kesin bir dille ret ederken Rojava’nın geleceğinin uluslararası güçlerin planlarına bırakılamayacak kadar değerli olduğunu savunuyordu. PYD lideri Salih Müslim tüm olanaksızlıklara rağmen varoluş savaşı verdiklerini ve Rojava’da iki askeri güce izin vermelerinin mümkün olmadığını söylüyordu. Müslim’in bu süreçte Irak Kürdistan’ı ve Türkiye ziyaretleri Rojava konusunda oluşan şüpheleri gidermeye dönüktü.

Kim ne yaptı?

Özetle, genelde Rojava’da oluşan yeni durum özelde ise Kobani sorunu Türkiye ve Irak Kürdistan’ı arasında yakın bir işbirliği ile çözülmeye çalışıldı. Kürdistan Hükümeti diplomasiyi birincil öncellik olarak her zaman özenle kullanmaya çalıştı. Peşmerge’nin geçişi bu diplomasinin en yakın sonucu.

Bu zor zamanlarda herkes elindeki tüm taşları kullandı. PYD, Türkiye’nin Rojava üzerindeki baskısını çözüm sürecinin riske gireceği tezini Türkiye’deki gücünü kullanarak hatırlattı.

Türkiye, bu dönemdeki politikalarıyla Rojava’da kendisiyle yakın bir işbirliği olmadan herhangi bir çözümün dayatılamayacağını bunun riskler taşıdığını gösterdi. Kobani konusundaki ikircikli tutum bunu anlatmaya dönük.

Koalisyon uçaklarının hava saldırısını Kürdistan Hükümeti'nin diplomasi ve uluslararası işbirliği ısrarının bir başarısı olarak görürsek 50. gününe giren Kobani direnişini de YPG'nin özsavunma ve toplumsal desteğinin başarısı olarak görebiliriz. Bu süreçte Türkiye’nin insani ve askeri koridor açması da özellikle cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hatalarının telafisi olarak okunabilir.

Ne yapmalı?

Bu noktada şunu söylemek zor değil. Artık kimsenin kullanacağı yeni bir taşı yok. Kullanılan her taşın ağırlığında başka bir taş var çünkü. Oyun bitti. Bundan sonra atılacak her taş herkesin başını yarmaya atılacak, her zar herkes için kırmızıya dönmeye aday.

Tüm bu çıkmazlar ve birbirine bağlanmış, düğümlenmiş ipler Kürtlerin ve Türklerin işbirliği ve dayanışması olmadan hiçbir şeyin hiç kimsenin faydasına çözülemeyeceğini göstermekte. İdeolojik yalanlarınız, kör taassuplarınız, kendinize siper yaptığınız gerçeklikleriniz, yaşadığınız acılar, herkesin kendisine göre hakikati farklı da olsa tarihin, coğrafyanın ve mevcut hakikatin hepimize gösterdiği budur.