Yaklaşık 100 yıllık tarihi boyunca Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman demokrat, insan haklarına saygılı, vatandaşları ve onların ihtiyaçları ile bütünleşen, beraber yürüyen bir devlet olmadı.

Art arda gelen iktidarlar çoğu zaman zorla, din sömürüsü ve milliyetçilikle, kimi zaman devletin ideolojik aygıtlarının değişik manipülasyon, yalan ve yönlendirmeleriyle toplumsal rızanın yönetebilme kabiliyeti için gereken asgari düzeyini elde ettiler. Bu sayede baskıcı, faşizan ya da düpedüz faşist yönetimlerini sürdürdüler.

Değişmeyen şu ya da bu boyutta baskının, eziyetin, adaletsizliğin, yasama organının işleyişinin göstermelik halinin, hukuksuzluğun, yaşam hakkı dahil temel hakların yoğun ihlalinin devamıydı.

Bugün de aynı ihlaller, hukuksuzluk, adaletsizlik devam ediyor. Görünüşte değişen bir şey yok gibi. Hatta işkence, yaşam hakkı ihlalleri ve kayıp olayları, sayısı ve ivmesinde ciddi artışlar olsa da, henüz 90’larla kıyaslanabilir boyutlarda değil.

Ama bugünkü faşizmi geçmiştekinden ayrı ve daha tehlikeli kılan bazı temel faktörler bulunmakta.

Geçmiş dönemlerde yoğun işkenceler, kayıplar, hukuk dışı infazlar, haksız yargılamalar, açık hukuksuzluklar olsa da o zamanlardaki yönetenlerin her türlü hak ihlalini hukuki kılıfa uydurma gayreti taşıyan amiyane tabirle ar damarları, hukuka şeklen de olsa uygulama gibi bir perspektifleri vardı.

Onlara göre işkence iddiaları tamamen kötü niyetli ve devleti dünyaya karşı yanlış gösterme amacı taşıyan vatan hainlerinin iftiralarıydı. Kayıp olayları devletin işi değil, o dönemler bir türlü ne olduğu çözülemeyen Hizbullah’ın suçu ya da terörist örgütlerin yalanlarıydı. Yargı bağımsızdı ve kararlarına uymak devletin boynunun borcuydu.

Evet, bunların hepsi yüzsüzce yalanlardı. İnsan hakları ve hukuk ayaklar altında çiğneniyordu. Ama yüzsüzlük utanmazlık boyutuna, hukuksuzluk açık yasa dışılığa henüz varmamıştı. Devlet özenle kendini bu suçlardan, hukuksuzluktan uzak göstermeye çalışıyor, duvarlar arkasında her türlü kirlilik yaşansa da, kameralar önünde derli toplu görünmeye uğraşılıyordu.

Bugün gelinen noktada şirazesinden çıkmış, zincirleri boşalmış ve giderek daha da boşalan, mutlak hukuksuzluğa iyice yaklaşmış bir yönetimle karşı karşıyayız.

Öyle bir hukuksuzluk hali yaşanıyor ki işkenceye uğramış muhalifler işkence izleri ile televizyonlarda teşhir edilmekte, aylarca kaybedilenler devletin bir birimi tarafından diğerine herkesin gözleri önünde verilmekte, HDP eski Genel Başkanı Demirtaş cumhurbaşkanının bizzat kabul ettiği üzere onun müdahalesiyle yeniden tutuklanmakta, kendisi hakkında verilen AİHM kararı yine cumhurbaşkanının talimatıyla boşa çıkarılmakta, Anayasaya açıkça aykırı Olağanüstü Hal (OHAL) Kanun Hükmünde Kararnameleri (KHK) Anayasaya rağmen OHAL sonrası dönemde geçerliliğini korumakta, haklarında yargı kararı, hatta soruşturma olmadan işlerinden atılan binlerce memurun mağduriyeti devam etmekte, aynı yöntemle kapatılan yüzlerce özel sağlık, eğitim kurumları, özel öğrenci yurtları, vakıf ve dernekler, vakıf yükseköğretim kurumları, sendika, federasyon ve konfederasyonlar, özel radyo ve televizyon kuruluşları, gazeteler, dergiler ile yayınevleri ve dağıtım kanalları halen açılmamaktadır.

Gözaltı süresi bugün siyasi davalarda Anayasaya aykırı olarak 12 gündür.

6 milyona yakın oy alarak meclise 67 milletvekili sokan, yasalara uygun çalışmalar yürüten HDP ve neredeyse ona selam verenler terörist ilan edilirken iktidarın İstanbul seçimlerini kazanmak için Abdullah Öcalan ve Osman Öcalan’la görüşmeler yapmasının normal karşılanması beklenmektedir.

Gazeteci, akademisyen, avukat ve diğer muhalifler için tahliye kararları veren hakimler görevden alınmakta, bu tahliye kararları uygulamaya geçmeden Demirtaş örneğinde olduğu gibi yeniden tutuklama kararları yasadışı bir şekilde verilebilmektedir.

Mahkemeler Anayasa Mahkemesi, Yargıtay kararlarına rağmen muhalifleri tahliye etmeme cesareti gösterebilmektedir.

Öne çıkan muhalifler CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu örneğinde olduğu gibi keyfi hapis cezalarına çarptırılmaktadır.

YSK mühürsüz zarflar, İstanbul belediye başkanlığı seçiminin iptali gibi kararlarla açıkça yasadışı bir konuma düşmüş, iktidarın basit bir kalem müdürlüğü gibi çalışmaktadır.

Yabancı bir ülkedeki isyancı güçler ulusal ve uluslararası hukuk kurallarına aykırı bir şekilde açıkça desteklenmektedir.

Artık işi hukuk kılıfına uydurma çabası sona ermiş durumda.

Öyle ki egemene istisna halini (ya da olağanüstü hal) ilan etme ve bu istisna hali içinde istisnai kuralları tespit ve karar verme etme yetkisi verilmesini savunan faşist Alman yönetiminin hukuk teorisyeni Carl Schmitt bile “Olağanüstü hal ile anarşi ve kaos arasında her zaman bir fark vardır ve yasal anlamda, hala içinde bir düzen barındırır, her ne kadar bu yasal bir düzen olmasa da” diyerek, “Egemen Diktatörlüğü”nü bir tür hukuki alan olarak tanımlamaktayken mevcut iktidar böyle hukuki tartışmalara, gerekçelendirmelere dahi girmemektedir. Aksine, ben yaptım oldu mantığı, muhalefet yokluğunun verdiği cesaretle hukuki normları, yasaları alt üst etmekte, işin teorisini oluşturma, hukuki kılıf bulma zahmetine dahi girmemektedir. (Ne de olsa orası felsefenin, sanatın, bilimin merkezlerinden Almanya. Faşizmi bile bir düzene, teoriye dayandırılmak isteniyor).

Teorileştirilmese de bugün Türkiye’de, Hegel’in “kendi yetkisini kendinde bulan egemen”lik görüşü hakim. Bugün devleti yönetenler “her düzen, bir karara dayanır ve (...) hukuki düzen de bir norma değil” diyen Schmitt gibi düzeni yasada değil kendi keyfi kararlarında oluşturmaya çalışıyorlar.

Nasıl ki Schmitt’e göre Führer tehlike anında liderlik görevi nedeniyle üstün otorite olarak doğrudan adaleti yaratıyor ve adaleti kötüye kullanımdan koruyor, doğrudan adalet görevini icra ediyorsa bugün de yargının bulunduğu durum benzerdir. Rahip Brunson ya da gazeteci Deniz Yücel gibi kişiler doğrudan yürütme kararı ile tutuklanmakta, rehine haline getirilmekte ve yine yürütmenin kararı ile serbest bırakılmaktadır. Saray hukuku direkt kanallarla adliye kalemlerine, mahkeme salonlarına bağlanmış durumdadır. Yasaya karşı herhangi bir ihlalin içerik ve kapsamı bizzat Saray tarafından belirlenmektedir.

Hukukçu ve siyaset bilimci Dr. Mustafa Bayram Mısır’a göre “Schmitt, Alman Nazilerin ve İtalyan Faşistlerin ruhunu kavramış ve bu ruhtaki keyfiliğin pozitif olarak hukukileştirilemeyeceğini sezmişti. O yüzden kamu hukukunu estetikleştirdi”. Yani Schmitt, yasanın değil keyfi kararların belirleyiciliğini kamu hukukunun kendisini egemenle/diktatörle özdeşleştirerek zorlama bir şekilde hukukileştirmeye çalıştı.

Tabii ki mızrağı çuvala sığmadı. Hitler dönemini elbette hukukla, düzenle bağlantılandırmak mümkün değil. Olsa olsa hukuksuzluğun hukuku, düzensizliğin düzeni denilebilir. Bugün olduğu gibi.

Türkiye’ye dönersek, hukuktan tamamen kopmuş, hukuku bırakalım yasaları açıkça çiğneyen, şeklen de olsa hukukla kendini bağlı kılmayan bugünkü faşist yönetim tarzı dünün faşizminden farklıdır.

Egemenin fiilen istisna halini (ya da olağanüstü hal) ve istisna halindeki kuralları belirlediği kuralsızlık düzeni, demokrasi ve insan hakları mücadelesinde hukuk ve yasa temelinde tutunacak bir dal bırakmamaktadır.

Dün sınırlı ve göstermelik de olsa bu vardı. Hiç olmazsa tahliye edilen muhalifler keyfi uygulamalarla aynı gün yine tutuklanmamakta (birkaç istisna hariç), yargıçlar görünmeyen baskıların ötesinde görünen müdahalelere maruz kalmamakta, işkence ve kayıplardaki devlet sorumluluğu gizlenmeye çalışılmakta, Anayasaya aykırı yasalar, KHK’lar sıkça tercih edilmemekte ya da Anayasa Mahkemesinin denetimiyle düzeltilebilmekteydi.

Bunların hiçbiri olmasa da geçmişteki baskıcı/faşist/faşizan iktidarlar açık yasa dışılıkları ile teşhir edildiğinde ar damarları zorlanabilmekte, tutunabileceğimiz bir iki dal varlığını sürdürebilmekte ve bu da demokrasi mücadelesinde ek alanlar açmaktaydı ki, bunun da önemsiz olduğunu söylemek çok mümkün değil.

Bugün yağan ne olursa olsun yarabbi şükür denilen bir noktadayız. Hukuka, yasalara yapılan her gönderme utanmazlıkla, yeni rejimin tam hukuksuzluk perspektifiyle aldırışsızlığa uğruyor. Çünkü hukukla, yasayla, normla ilgisi olmayan, yalnızca belirli bir azınlığın çıkarları için keyfi kararlar alan bir iktidarla karşı karşıyayız. Hiçbir güzellik, insani duygu, düşünce umurlarında değil.

Muhalefet partilerinin etkisizliği, bir bölümünün istisna düzeni ve egemeniyle her an uzlaşmaya hazır duruşu seçimleri ve mevcut partileri umut olarak görmeyi engelliyor.

Hukuksuzluğun kaygan, dayanaksız zemininde meşru, insan hak ve özgürlüklerine saygılı bir anlayışla Evrensel İnsan Hakları beyannamesinde son bir yol olarak tanımlanmış direnme hakkını yaşama geçirmek dışında bir seçenek görülmüyor. Bunun yol ve yöntemlerini bulmak tüm muhaliflerin, özgürlük ve demokrasiden yana olan güçlerin görevi.

Ve bugün bir de hukuksuzluğu daha da zirvelere taşıyacak ve egemenin gücünü mutlaklaştıracak bir savaş söz konusu.

Suriye Kürtlerinin Türkiye’ye askeri anlamda hiçbir tehdit içermeyen demokratik, üzerindeki yaşayan halklara azami hak verme uğraşındaki yönetimi tehdit gibi gösterilerek içte ve dışta haksız, gayri insani kazanımlar elde edilmeye çalışılıyor.

Muhalefetin umudu olması gereken CHP’nin lideri içleri kan ağlayarak savaş tezkeresine evet dediklerini söylüyor. AKP’nin hukuksuzluklarını dile getirmedeki zaaftan, yetersizlikten içleri kan ağlamayanlar her iki taraftan insanların ölüme gönderildiği bir savaşa evet demekte, boş sözler dışında bir mahsur görmüyorlar.

Walter Benjamin’in ifade ettiği gibi:

Kitlelerin mülkiyet koşullarının değiştirilmesini isteme hakları vardır; faşizm ise bu koşulların muhafaza edilmesini, sözü edilen kitlelerin ifadesi kılmak peşindedir. Faşizm kendi içinde tutarlı olarak politik yaşamın estetize edilmesini amaçlar.

Politikanın estetize edilmesine yönelik bütün çabalar, tek bir noktada doruğa varır. Bu nokta, savaştır. En büyük boyutlardaki kitle hareketlerini geleneksel mülkiyet ilişkilerini dönüştürmeden koruyarak belli bir hedefe yöneltmeyi, yalnızca ve yalnızca savaş sağlayabilir.”

Bugün rejim esas olarak tabanının erimesini, kitle desteğinin azalmasını Suriye Kürtlerine yönelik savaşla telafi etme istiyor. Hukuksuz, kuralsız yönetimi için ihtiyaç duyduğu kitle hareketini yeniden savaşla kazanma planları içinde.

Toplumun mevcut politik bilinç düzeyi ve muhalefetin zorla bastırılmışlığı, etkisizliği, egemenle işbirliğine yatkınlığı dikkate alındığında bu mümkün.

Bu durumda gerçek muhaliflere, özgür, sömürüsüz, çevreye ve insana saygılı, insan haklarına dayalı bir gelecek ideali olanlara daha fazla iş düşecek.

Görev tam hukuksuzluk ve kuralsızlığı hem içte hem de dışta pekiştirecek anlayışa dur demek, güncel olarak da halklara yıkım getirecek, İŞİD ve benzerlerinin İslam soslu gericiliğini Ortadoğu’da yeniden güçlendirecek savaşlara karşı çıkmak, gerçek niyeti teşhir edip muhalefet zeminini güçlendirmek olmalı.