Her şey birden nasıl da anlamsızlaşır. Anlamın anlamsızlığına nasıl sürüklenir insan, zaman umuttan umutsuzluğu nasıl doğurur, bilemezsin.

 

Bilemezsin, renklerin anlamını yitirmesini, şarkıların anlamsızlaşmasını, çiçeklerin solmasını…

 

Bilemezsin, güneşin sıcaklığının dondurucu soğuklara, bahar sevincinin, sonbahar hüznüne dönüşmesini…

 

Bilemezsin, kuru bir yaprak gibi ıssız çöllerde savrulmanın acısını.

 

Bilemezsin, düşlerin gerçeğe dönüşmeyeceğinin kıyametini. Bilmez, anlayamazsın.

 

Bilsen, cesaretin yetmez sevmeye, anlasan, korkular sarar benliğini. Korkarsın, koca bir sevdayı anlamsız duygulara kurban sunar, avuçlarında yitirirsin bizi.

 

Yenilirsin kendine, korkularına. Bırakıverirsin kendini yalnızlığa. Avunursun, yalancı rüyalarda, kendine bir hayat kurar, mutlu oyunlar oynarsın düşlerinde.

 

Kandır kendini sen, kandır kandırabilirsen. Avut kendini, avutabilirsen zamanın alçak yalnızlıklarında. Oyna, oynayabilirsen eğer, mutsuzluk diyarında mutluluk oyunlarını. Rol çalabiliyorsan mutluluk tiyatrolarından kendine, başrol senindir…

 

Ama unutma, seni hüzünlerde sevmenin, seni hayallerde büyütmenin, seni koca kenttin yalnızlığında sarmanın sevincini yaşayan biri var yanı başında.

 

Seni özgür diyarların yürek yolculuklarında sonsuz mutluluklara taşıyacak biri var yanı başında.

 

Seni, yaşadığın her anın sonsuz mutluluğuna taşımak isteyen ve seni benliğinin sonsuzluğunda yaşatmaya çalışan, gecenin alaca karanlığında, yıldızların aydınlığında, güneşin her doğuşunda ve her nefes alışında mutluluğa, geleceğe taşıyacak biri var yanında.

 

Kim bilir, şimdi garip çelişkilerle, “olmaz ki” duygularla kendini sorguladığın yalnız gecelerden bir umut yaratırsın belki kendine. Gecenin korkunç karanlığından bir güneş yaratırsın belki kendine, bana ve bize. İkimize aydınlıklar sunan, ikimize güneşli mutlu günler tasarlayan.

 

O ışıkta kurgulayacağın yarınlar mutluluğunun başlangıcı olur belki. Belki, bugün cesaretle atacağın bir adım mutlu yarınların neşe kaynağı olur diye söylenip duruyordu yürüdüğü yollarda.

 

Konuşuyordu durmadan kendisiyle. Hesapsız duygularla anlatıyordu kendini. Hayatını bir yasağa mahkum etmenin acısındaydı sadece. Seviyordu ama sevildiğini sanmakta yanılmıştı.

 

Anlıyordu, kırılacak bir dala dönmüştü. Ruhu yorgun, bedeni bitkindi. Yaşamın tüm ağırlığını üzerinde hissediyordu sanki.

 

Çökmüştü. Hayır, hayır, hala vardı direnci ama umutsuzdu. Ayakları onu taşıyamıyor, kollarını kaldıramıyordu artık. Kendini kentin yalnız kalabalıklarına bıraktı.

 

Uzun caddelerin dar sokaklarında kayboldu. Aradığı çıkış sokakların değil kendi çıkmazıydı. Kenttin ıssız sokaklarında kaybolmuş kendisini arıyordu. Düşünüyordu, insanları, yaşamı, doğayı… Kendini düğümlerinden kurtarmayı. Bir anda her şeyi parçalayıp tüm sınırlardan kurtulmayı düşünüyordu.

 

Gecenin ayazında kendini attığı kaldırımlar, acelece geçtiği sokaklar anlaya biliyor muydu onu? Gökyüzüne baktı. Ay ışığı bütün aydınlığıyla aydınlatıyordu evreni ama o bir aşkın çıkmazında karanlıklara gömülmüştü. Aydınlıklara, doğan güne küsmüş, karanlığın korkunç anlarını yaşıyordu.

 

Konuştuğu kimseyi duymuyor, baktığını görmüyordu. Her şey onun aydınlığında karanlığa dönüşüyordu.

 

Allah’ım, dedi, bir insan bu kadar mı öznesi olur bir hayatın? Allah’ım, dedi, bu kadar mı güzel bakar bir insan, bu kadar mı güzel gülümser? Bir gülümseyişte bu kadar mı saklı olur yaşamın güzellikleri? Bu kadar mı kaybolur insan bakan gözlerde? Bir an durdu, evet, her şey bu kadar güzel ve her şey bir kadar da zordu.

 

Evet, hayatın adı olmuştu o. Aldığı nefes, kendini aradığı bu kent, yazdığı yazı ona dönüşüyordu hemen. Her şey artık oydu. Her şeyi O’nda başlatıyor her şeyi O’nda bitiriyordu. Biliyordu, hayatının bir çıkmazıydı aslında o. Hayatının cenneti ve cehennemi. Okuduğu duada, yediği yemekte, yazdığı haberde, okuduğu kitabın sayfalarında O vardı sadece…

 

Şimdi dedi, Marguez “Kolera Günlerinde aşk”ı yeniden yazsın, Tolstoy, yasak bir aşkın düş kırıklarını, Halil Cibran “aşk mektuplarına” yeniden baksın, Mevlana Şems’e, Mecnun Leyla’ya, bir daha baksın. Ne Marguez’in Fermina Daz’ı, ne Tolstoy’un Vronski’si ne Mevlana ne de Mecnun’du O.

 

Bir romanın, bir hikâyenin konusu değil hayatın içinde, her anında, yaşadığı gerçeklikti O. Hayatın kendisi yani. O böyleydi ama bir bardakta aynı suyu paylaştığı, her yudumunda onu hissettiği gül tanesi anlayabiliyor muydu onu?