1940’lı yıllardaki tek parti dönemindeki Marko Paşa örneğine bakarak, bugün medyanın dizlerini titreten korku sadece iktidar baskısından mı kaynaklanıyor dersiniz?


Siyasal iktidarlarla basın, medya ilişkileri her zaman sorunlu olmuştur.
Bu durum, demokrasinin şöyle ya da böyle yaşandığı tüm ülkelerde geçerlidir.
Şu da söylenebilir:
İki taraf da birbirini teslim almak ister. İki taraf da bu gerçeği itiraf etmeden birbirini teslim almaya çalışır.
Bu sürecin yaşanmadığı demokrasi pek yoktur.
Bu bakımdan Türkiye de, hem geçmişiyle hem bugünüyle istisna değildir.
Basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve hapisteki gazetecileriyle bizim memleketin de kolu kanadı kırıktır.
İktidar-medya ilişkileri sorunludur.
Tayyip Erdoğan’ın medyadaki eli ve nüfuzu çok güçlüdür.
Ve Erdoğan’ın siyasal gücüyle medya üzerinde koyulaşan gölgesinden yola çıkarak, demokrasileri asıl demokrasi yapan muhalefet alanının daraldığı söylenebilir.
Kısacası:
Haklı eleştiri ve yakınmalar var.
Ama burada kendimize sormalıyız:
Ne kadar dik duruyoruz?
Ne kadar dik durmaya çalışıyoruz?
Bu iki soruyu gazeteci milletinin, ama özellikle gazete sahiplerinin kendilerine sorması gerekir diye düşünüyorum.
Bu açıdan güzel bir örnek var aşağıda. İkinci yılını dolduran T24 internet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Doğan Akın yazısında sormuş:
“Medyayı korkutan nedir?
İktidar mı para mı?”
Değerli meslektaşımın yazısından bir bölümü aşağıya alıyorum, hep birlikte düşünelim diye...
* * *
“Marko Paşa’yı bilir misiniz?
Marko Paşa, tek parti iktidarının bir avuç solcu aydın ve sanatçıya göz açtırmadığı 1940’ların efsane dergisidir. Sahipleri ve yazarları Aziz Nesin’ler, Sabahattin Ali’ler, Rıfat Ilgaz’lardır.
Derginin çıkarılması için gereken bin lirayı Milli Eğitim Bakanlığı’nda kızağa çekilen Sabahattin Ali koyar.
Aziz Nesin matbaada bütün sayılarını tek tek kendisinin katladığı dergiyi hiç bir bayi kabul etmeyince Eminönü’nde, Taksim’de ‘Marko Paşaaa, Marko Paşaaa’ diye bağırarak satış yapar.
Ve üç bin satması planlanan Marko Paşa kapışılır, ilerleyen sayılarda tiraj 70-80 binlere çıkar, taklitleri çıkarılır.
Marko Paşa önce Merhum, sonra Malum Paşa oldu.
‘Merhum Paşa’yı bilir misiniz?
Sık sık toplatılan Marko Paşa, adındaki ‘Paşa’sı sıfatı üzerinden İsmet Paşa ile alay edildiğine de takılıp kapatılınca ‘Merhum Paşa’ adıyla yayımlanır.
‘Toplatılmadığı zamanlar çıkar’ ifadesi yerleştirilen logosunun altından itibaren rejim baskısına karşı savaşarak... Merhum Paşa da kapatılır.
Ancak avcı ne kadar iz bilse de, avı o kadar yol bilmektedir. Yine öyle olur, sıra ‘Malum Paşa’ya gelir! ‘Yazarları hapishanede olmadığı zamanlar çıkar’ diyerek savaşa devam edilir.
Nihayet Malum Paşa da malum akıbete uğrar. Nöbeti ‘Yedi Sekiz Hasan Paşa’ devralır.
Sonraki nöbetlerde ‘Hür Marko Paşa’, ‘Bizim Paşa’ ile ‘Ali Baba ve Kırk Haramiler’ olacaktır.
Marko Paşa ve takma isimle çıkan diğer edisyonları, zengin bir içerik, büyük bir cesaret ve çıkarsızlıkla tek parti iktidarına karşı muazzam bir muhalefet yürütür.
Velhasıl iktidarların medyaya baskısı ne yeni bir heves, ne de Türkiye’ye özgü bir hastalıktır.
Peki, Marko Paşa yıllarına bakarak bugün Türkiye medyasının dizlerini titreten korkunun, sadece iktidar baskısından kaynaklandığını öne sürebilir misiniz?
Türkiye’de ifade ve basın özgürlüğüne ilişkin olarak mevzuat ve uygulamadan kaynaklanan geleneksel sorunların cevabını ötelediği, dikkatlerden kaçırdığı bir sorudur bu.
Bugün büyük işadamlarının sermayesiyle yapılan haberciliği, o grupların gazetecilik dışındaki işlerinden kazandıkları paraları kaybetme kaygısı şekillendiriyor.
Aziz Nesin’lerin, Sabahattin Ali’lerin cesaretini kıramayan müesses nizam, trilyonluk ticaretlerine gazete ve televizyon yayıncılığını da ‘bacasız sanayi’ olarak iliştirenleri tir tir titretiyor. ”
* * *
Bu satırları paylaşabilirsiniz.
Karşı çıkabilirsiniz.
Hoşlanabilirsiniz.
Ya da bu satırlar sizi fena halde sinirlendirebilir.
Ama en azından oturup düşünmekte yarar var.
Herkese iyi pazarlar...