Musluktan damlayan suyun ezgisiyle yazılıyor bu yazı. Elbette daha güzel ezgiler daha ahenkli sesler vardır, ama ben bu sesi duymak, bu sesle unutmak, bu sesle hatırlamak, bu sesle akmak istiyorum. Öyle kendime ait bir odam yok; duru bir sessizlikte düşlerime ve düşüncelerime abandığımı da sanmayın.

Demin Mustafa Gazi aradı beni. Biz onu Seyda diye çağırırız. Ofis’te buluşalım, dedi. Seyda dediysem din adamı sanmayın sakın, bizim seydamız edebiyat seydası. Onunla buluşup önce Yüksek Kahve’de çay içeriz.

Ha seydayı biraz daha tanıtmam icap eder: Seyda Kürt müziğinin kenar mahallesidir. Neden mi kenar mahalle dedim. Bilmiyorum, belki de bütün büyük sanat insanları gibi değeri bilinmediğinden olabilir.

Seydanın tam on bir basılmış kitabı var, ama mevzumuz bu değil. Kürt müziğinin en bilinen stranlarından olan Xeribim, Delalê, Ez Muhtacê te me gibi üç yüzü aşkın bestesinden de söz etmeyeceğim. Diyarbekir kırıklarını Türkçe anlattığı ünlü Fiskaya şarkısından da ve diğer bestelerinden de söz etmeyeceğim. Belki bunlar önümüzdeki barış dolu günlerde onunla yapacağım bir röportajın konusu olabilir.

Çayda kalmıştık ve Yüksek Kahve’de! Ankara Kızılay için Sakarya, İstanbul için İstiklal neyse Diyarbekir için de Ofis semti o’dur. Yüksek Kahve de siyasi ağabeylerin ve bilumum kırıkların, kaçak çay eşliğinde sakıncalı sohbetlerin, derin ihanetlerin, yaralı sükunetlerin buluşma durağıdır. Biz Seydamla orada buluşur, birkaç demli kaçak çay ve yüzeysel hal hatır sormalardan sonra yürümeye başlarız.

Önce şöyle bir Sanat Sokağı’nın kenarını göz ucuyla süzeriz. Genç aşıkların uğrak yeridir yeni adıyla Kafeler Sokağı. Gerçi eşbaşkanlarımız sokağa edep adap diyerek biraz ayar vermeye kalkıştılar, ama sokak çoktan özerkliğini ilan etmiş bile. Sonrası Anıt Park, en eski Diyarbekir parklarındandır. Ortasından yol geçer. İnsan oradan geçince biraz devlet kokar, biraz devletten korkar. Bir yanı Paşa Konağı, bir yanı Vali Konağı, bir yanı Valilik… Üç noktanın da bir anlamı var bilesiniz!

Bu arada Seyda ile konumuz genellikle Kürdoloji ile başlar, ama hep benim iletişim ve film senaryolarıma döner. Dağkapı Meydanı’na varıncaya kadar bir kamyon dolusu konuyu eskitiriz. O binlerce yıllık muhteşem duruşuyla surları görürüz ve “Bir ben bileceğim oysa ne afat sevdim / bir de ağzı var dili yok Diyarbekir Kalesi”nin bedeni. Burada surlara “beden” deniyor. Burada bu koca duvarlar bizim bedenimizi, duruşumuzu, varlığımızı temsil ediyor. Bedenin içine gireriz Seyda ile ve bedene çıkarız sevda ile…

Bizim için, Diyarbekir için “beden” candır! İşte canımızı ablukaya almışlar tam bir ayı aşkın zamandır. Bizi “beden”den koparmışlar. Tanklarla, roketlerle “beden”imizi vuruyorlar. Bedenimizi vurup canlarımızı, o tertemiz anlarımızı alıyorlar. Hafızamıza kin ve kir akıtıyorlar. Seyda’nın stranlarından aşkı, Sur’un sokaklarından “beden”lerimizi çalıyorlar.

Umut dedim bu yazıya başlayınca, yaşamak dedim, aşk dedim, barış dedim. Ama “su” ile başladım. Suyun ezgisi eşliğinde yazılsın istedim bu yazı, başka ezgi istemiyorum. Evime sızan biber gazlarının kokusu, sokaktan geçen panzerlerin uğultusu sussun istedim! Derler ki “su” susturur, yangını…