İnsanoğlu'nun cismi ile muhayyilesi arasında mesafe anlamlıdır.

Zaman ve mekanda tuttuğu yer zerre kadardır. Ama algısının, sorduğu soruların ucu sonsuza açılır...

Fıtratımızda merak vardır.

Merak, bilmek, kimlik, kök...

Bu güdü ya da duyguların hepsi insana ait...

Türkiye'nin vesayet düzeni uzun süre bu duygu ve güdülerle savaştı. Kökleri koparmaya, kimliği yontmaya çalıştı. Soruyu ve bilmeyi yasak, merakı tehlikeli kıldı.

Bunun içindir ki, Türkiye'nin 1980 sonrası yaşadığı değişimin, en önemli yönü, toplumun tarihi, kökü ve kimliğiyle buluşmasıdır. Rejimin bunlarla tanışması ve barışmasıdır.

Aslında daha da fazlası...

Merak duygusu, hakkaniyet arayışıyla birleştiği zaman, sorular korkusuzca ve önyargısız sorulduğu an, buluştuğunuz sadece kendi kimlik ve kökünüz olmaz... Aynı zamanda yanı başınızdaki "öteki" kimlik ve köklerle de tanışırsınız.

O zaman ufkunuz genişler, algınız derinleşir, zihniniz çoğullaşır ve kaygısız, kuralsız keşif devreye girer...

Türkiye bu açıdan bakıldığında bir keşif sürecinin tam ortasında bulunuyor.

Ben siyasi bilimler okudum, sonra akademik dünyaya girdim, doktora yaptım, ders verdim, ders aldım, okudum, araştırdım, anlattım, 20 yılım böyle geçti.

Kabul etmeliyim ki benim ve kuşağıma aktarılan tarih ve toplum algısı inanılmaz ölçüde sığdır.

Örnek mi?

Bugünü kuran, Osmanlı'yı toplumsal, siyasal, kültürel, ilişkisel her yönüyle kuşatan 19. yüzyıl, bize verilen bilgi çerçevesinde, bizler için, insansız, kadınsız, çocuksuz, hatta toplumsuz bir yüzyıldı.

Devletin ve gücün yüzyılı...

Modernleşmenin, merkezileşmenin yüzyılı...

Hepsi o kadar.

Üniversitedeki, okuldaki bilgi tomurcuğu buydu, paradigma buydu.

Örnek mi?

Ne kendimizi, örneğin Osmanlı toprağına akın akın gelen göçmenleri ve öykülerini bildik, ne buradan akın akın kovalanan ötekilerin öykülerini... Ne onların nasıl karşılaştıklarını merak ettik, ne de oluşturdukları ortak acı alanını...

Bildiklerimiz aile kaynaklıydı, aslında onlar da yasaklıydı...

Unutmak ve unutturmak üzerine kurulu bir ideoloji...

Bu ülkeyi esir alan, benden öncekileri ve benim kuşağımı kuşatan bu ideolojiydi.

Zihni olarak iki unsurdan yola çıkardı:

Tarihî miras olarak siyasi büyüklük duygusu ile yine tarihî miras olarak aşırı siyasi kırılganlık arasına sıkışmışlık, daha doğrusu bu iki uç arasında gidiş geliş...

Kaybedilen imparatorluk topraklarından akın akın gelen Müslüman tebaayla Anadolu nüfusunun önemli ölçüde İslamlaşması, daha doğrusu İslam etrafında türdeşleşmesi...

Ve şu iki politika üzerine temellenirdi:

1800'lerin ortalarından itibaren Kafkasya'dan, Kırım'dan, Balkanlar'dan Anadolu'ya akın akın gelen Müslümanları Türkleştirmek...

Ulusal birliğin asli yapıştırıcısı İslam'ı, agresif laiklik anlayışıyla modernleştirmek, dönüştürmek, Müslüman'ı "ehlileştirmek"...

Bilmemek, merak etmemek, kökten kopmak, inançla resmi ilişki kurmak... Makbul ve müsade edilen yöntemler bunlardı...

Artık geride kaldılar...

Bugün kendimizi ve ötekiyi, arzu ediyorsak, aynı anda bir bütün olarak yeniden kurma, hissetme imkan ve araçlarına sahibiz...

Tarih, tarih bilgisi, bu bilgiye çoğul ulaşma imkanları, tarih merakı bu araçların önemlilerinden...

Nitekim bana bu satırları yazdıran aslında önümde duran "Derin Tarih" dergisi.

Mustafa Armağan ve arkadaşlarının gazete binasında, hemen yanı başımdaki odada, aylarca uğraşıp göz nuruyla çıkardıkları bir dergi bu.

Bu yazı da bir kutlama yazısı, bu dergiyi size uzatma yazısı...

Gerçekten iyi bir dergi bu...

Halil İnalcık, Semayi Eyice, Şükrü Hanioğlu, İsmail Kara, Norman Stone gibi yazarları, Kazım Karabekir dosyalarıyla merak edenin ve bilmek isteyenin dergisi...

Onlara da size de hayırlı olsun!