12 Eylül darbe lideri Evren Paşa’nın yargılanması kimilerini heyecanlandırıyor.
Kimileri de heyecan duymuyor.
Olabilir.
Dünkü yazımda da belirttiğim gibi, 4 Nisan bu ülkede demokrasi açısından tarihi bir dönüm noktasıdır. Sembolik de olsa öyledir.
Ama bir soru var:
12 Eylül’den gerekli dersler çıktı mı?
Türkiye 12 Eylül darbesine adım adım sürüklenirken iki lider, Demirel’le Ecevit birbirlerine düşman muamelesi yapıyorlardı. Birinin ak dediğine, öteki kara diyordu.
Oysa, ikisi elele verip demokrasiyi ortak platform olarak kabul edebilseler, darbe önlenebilirdi.
Demirel Başbakan, Ecevit ana muhalefet lideriydi. Genelkurmay Başkanı Evren ve dört kuvvet komutanı 1979 yılının son günü Çankaya’ya çıkıp uyarı mektubu vermişlerdi.
Darbenin ucu gözükmüştü.
Ama iki lider, asker muhtırasının özünü değil de ‘adresi’ni, muhatabın kim olduğunu tartışmaya başladılar ve geliyorum diyen darbeyi kendi hayhuyları içinde gözardı ettiler.
Oysa, ikisi birlikte sahneye çıkıp bir büyük koalisyon hükümetinde ve erken seçimde anlaştıklarını, komutanların emeklilik kararnamesinin de hazır olduğunu açıklayabilirlerdi.
Böylece darbe önlenebilirdi.
Olmadı, yapmadılar.
Öte yandan 12 Eylül’ün hemen ertesinde, özellikle siyaset yelpazesinin sağında, daha çok da Demirel’in başını çektiği muhafazakar kesimde şöyle bir hava ağır basıyordu:
Asker yeni anayasayla, yeni seçim ve siyasi partiler yasalarıyla bizim kaç yıldır söylediklerimizi yapacak; ses etmeyip bekleyelim; sonra nasıl olsa seçimleri biz kazanacağız; ayrıca ‘sol’un ezilmesi de o kadar kötü birşey sayılmaz.
Darbenin hemen ertesindeki bu hava,12 Eylül anayasasıyla birlikte, liderlere siyaset yasaklarının gelmesi ve partilerin kapatılmasıyla dağılıverdi.
Liderler arasında demokrasinin temellerine ilişkin uçurum ve uzlaşmazlık, 12 Eylül sonrasında da devam edip gitti.
Bir Yunanistan’da, bir İspanya’da askeri rejim ve diktalar sonrası demokrasi konusunda yaşanmış olan büyük uzlaşmalar bizde görülmedi.
Peki, bugün görülüyor mu?
Ne yazık ki hayır.
Sahnedeki liderler birbirlerine ağızlarına geleni söylemeyi yine siyaset üslubu haline getirmiş durumdalar.
Ve Meclis çatısı altında bir ‘büyük  uzlaşma’yla yeni ve demokratik bir anayasanın yapılması yakın ihtimal değil.
Üçüncü konuya gelince...
12 Eylül, Diyarbakır askeri cezaevini zulümhaneye çevirerek ve Kürtleri ezerek Kürt sorununu içinden çıkılmaz hale getirdi.
Ama gel gör ki, Kürt sorunu bugün de çözümsüz duruyor.
12 Eylül’den 32 yıl sonra geldiğimiz nokta böyle.
Evet, bugün artık darbeler bize de uzak. Siyasetçilerin asker-siyaset konusunda ‘ama’sız bir bakış açısına sahip oldukları söylenebilir.
Ama bu yetmiyor.
Askerin ‘sivil otorite’ye tam olarak tabi olmasını sağlayacak anayasal-yapısal değişiklikler hâlâ gündemde ve bu açıdan bir büyük uzlaşma ufukta gözükmüyor.
Kürt sorununda da durum farklı değil.
Evren Paşa’ya hukukun dokunması, doğrudur, demokrasi açısından tarihi bir dönüm noktası...
Ancak, 12 Eylül’le darbeciliği tarih önünde tam anlamıyla mahkum etmek istiyorsak, demokrasinin temel kurallarında, yeni anayasada ve Kürt sorununda bir büyük uzlaşma şarttır siyaset sahnesinde.
Cumhurbaşkanı Gül’den
Cumhurbaşkanı Gül’ün dün Harp Akademileri’ndeki konferansında dediği gibi:
“Yurtta sulhu sağlamanın en etkili yolu, ülkemizi her açıdan birinci sınıf bir demokrasi haline dönüştürmekten geçer.
Bu bağlamda, gelişmiş bir demokrasinin sadece seçimler sonrasında çoğunluğun iradesinin icraata yansıması olmadığını belirtmek isterim.
Gelişmiş bir demokrasi, anayasal düzen içinde tüm kurum ve kuruluşlar bakımından fren ve denge sistemlerinin hakim olduğu, hukukun üstünlüğü ilkesi zemininde temel hak ve özgürlüklerin herkes için kıskançlıkla korunduğu, adaletin gecikmeden tecelli ettiği bir düzendir.
Bu bağlamda ifade, basın ve örgütlenme özgürlüğü ile farklılıklara hoşgörü ile yaklaşmaya özellikle dikkat çekmek istiyorum.”
Dip not
Cumhurbaşkanı Gül’ün Harp Akademileri konferansının başka boyutlarına yarınki yazımda değineceğim.