Uzun zamandır paldır küldür bir siyasi anlayışla yönetiliyoruz.

Bu siyasi anlayış geçmişin mirasıdır şüphesiz. Ezikliğin emellerine göre iyiye yahut kötüye meyleden bir ilkesizlik ilk göze çarpan, çoğu zaman göz çıkaran anlayış oldu.

An geldi biri ötekine galip geldi, an geldi öteki berikinin mağduru oldu. Ama kaybeden, her halükârda acı çeken Kürtler oldu.

Şimdiye kadar umulurdu ki bu sorunlar Kürtlerin siyasetten uzak kalmalarından dolayı; yani konuşarak ikna etmek yerine silaha sarılarak kolay yolu seçen Kürtler, 40 yıllık savaşa sebep oldu.

Sağcısı, solcusu, köylüsü, kentlisi, bu yanılgının yılmaz savunucuları oldu senelerce.

"Onlara göre ortada sorun falan yoktu, sorun Kürtlerin basiretsizlik sorunuydu, sorun Kürtlerin yolu Türk olmaktan geçen mutluluğu elinin tersiyle itmesi sorunuydu."

Yıllarca ortalama zekâ buna işaret etti, buna inandırdı memleket insanını.

***

Oysa hakikat başkaydı. Aka kara çalmak gibiydi.

Devletin algılanış şekli bile bir sorunun varlığına teşkil ediyordu oysa. Batıda hizmet ve rant aygıtı olan devlet, doğuda ceberut bir sindirme mekanizmasıydı.

Bu sindirme mekanizmasının neler yapıp ettiği bir muamma değil. Roboski'de katırlarla taşınan cesetlerden tutun, topyekün savaş durumlarına, çoğu zaman savaş hukukunu ayaklar altına alan zalimce ihlallere kadar bu sindirme mekanizması işledi.

İşte yıllardır bu ceberut ablukada yaşam savaşı veriyor Kürtler.

Ve "barış" rengini ve enerjisini ağaca bırakıp ölüme kanat çırpan bir yaprak gibi yeniden süzülüp gitti.

***

Hasbel kader başlayan, adına "çözüm süreci" denen muamma her ne kadar devletin mutlak üstünlüğünü dayatıp, başta Kürtler olmak üzere çözümün bütün taraflarını bakıma muhtaç teba gibi görse de, ölümlere engel olduğu için yararlıydı.

Lakin Kürt sorununda sürdürülebilir mücadelen bahsedildiğinde "satır gösterip, hey gidi 90'lar" diyerek vahşete özlem duyan, insan olmayla kabili kıyas olmayan bir düzeysizliği içselleştiren zorbalık, siyasi rant aracı olarak gördüğü "çözüm sürecini" insanların canı pahasına dinamitledi.

Bunu da IŞİD'e operasyon çekme gibi bir fantastik kurguyla gerçekleştirdi.

Oysa biliyoruz ki IŞİD ile savaşın öncüleri ve yılmaz savunucuları Kürtlerdir. Tayyip Erdoğan, IŞİD teröristlerinin selameti için devletin bütün imkanlarını seferber edip "Sünni Öfkenin" sırtını sıvazlarken, Kürtler imkansızlıktan tankların önünde bedenlerini patlatıyordu.

Diyarbakır'da HDP mitinginde bomba patladı insanlar öldü, insanların kolları bacakları koptu. O yaralar hâlâ kanıyor. Hâlâ yanıyor o yürekler.

Gelin görün ki şuursuzluk öyle bir boyuta ulaştı ki Kürtlerin öldürülmesini yeterli görmeyip "neden HDP'liler ölmüyor" diye sitem eder hale geldi.

Hırsızlık yaparken dine sarılanların, insanların ölümü karşısında milliyetçiliği yüceltmeleri sadece bir kandırmaca mıdır?

Yoksa insanların ölmemesi için herhangi bir arayışı gerek görmeyen, ölümü arzulayan alçaklığın ardından yükselmeyi umut eden çapsızlığın bünyedeki varlığına mı işaret eder!

***

Ve "barış" rengini ve enerjisini ağaca bırakıp ölüme kanat çırpan bir yaprak gibi yeniden süzülüp gitti.

Kendisini çözüm sürecinin sahibi olarak konumlandıran AKP, sonlandırmak istediği savaşın başlatıcısı oldu. HDP'nin meclise girmesinin vermiş olduğu hazımsızlıkla Kürt sorununu inkâr ederek hemde...

Masa yok, taraflar yok, müzakere yok... Ama Kürt sorunu var ve heyula misali kabararak üstümüze geliyor.

Haybeden "şehitlik" dağıtarak sırtını sıvazladığınız Orta Anadolu köylülerinin sefaletidir Kürt sorunu. Batıda cahilin cesaretiyle Kabaran öfkenin, Doğuda ürpererek soğuyan bedenlerin hüsranıdır Kürt sorunu. İnkâr ettiğiniz sıkıntıların, yok saydığınız halkın, sebep olduğunuz acıların adıdır Kürt sorunu.

13 yılın sonunda mirasınız savaş oldu. Görmezden geldiğiniz sorunun dayattığı savaş.

Haruki Murakami'nin dediği gibi; Erdoğan, hiçlikten çıkmış sözcüklerin arayışıydı. O arayış bir miktar umut taşısa da bünyesinde faşizm barındırıyordu.

Faşizm galip geldi, savaş başladı...