Baktım gördüm, son zamanların en modası 12 Eylül ve 28 Şubat mağduru olmak.

Ben niye mağdur değilim eksikliğine kapıldım.

12 Eylül’e tevellüt yetmiyor ama pekala 28 Şubat mağduru olabilirim diye düşündüm, ki o da olmadı, fark ettim ki 28 Şubat’ta mağdur olacak bir pozisyonum yok.

Zaten olsa da, yaş hesabından kaybediyorum; 28 Şubat’ta şilt verecek yaşta bile değildim.

Kaldı ki, sonraki zaman dilimi için bile yaşım tutmuyor. Nitekim, Büyük Birlik Partisi, 80 darbesinde mevcudiyeti olan bir parti olmamasına rağmen sonraki darbe karşıtı söylemlerinden dolayı, darbelerden en çok mağdur olan parti olduğunu açıkladı. E bende böyle bir durum da yok.

Üzüldüm. Herkes sırası geldikçe darbe mağduru olduğunu açıklayıp duruyor.

‘Bir şey yapmam lazım’ dedim kendi kendime. Az çok yazıp çiziyorum, bunu darbe mağdurluğuyla taçlandırıp az çok yazıp çizmişliğimi taçlandırsam kötü mü olur?

Nitekim Türkiye’de gizemli yazarlar diğerlerinden daha çok tutuluyor.

Ya da, eski Tük mezar taşı geleneğine benzer biçimde, ne kadar çok darbe mağduru, ne kadar fazla hapse girmiş çıkmışlığı varsa o oranda iyi yazar, iyi gasteci olunuyor. Nitekim eski Türklerde bir askerin mezarı başına ne kadar çok düşman öldüyse o kadar mezar taşı dikilir, kahramanlığının derecesi mezar taşlarından ölçülürmüş.

Ama sonunda düşündüm ve buldum.

Darbe dönemlerinde işkence görenlerden bile daha mağdurmuşum meğer, hatta daha ötesine gidip kitleleri arkama alayım; benim kuşağımın hepsi daha mağdurmuş.

Evet; bizler darbe dönemlerinde hapislere atılmadık, tırnaklarımız sökülmedi, elektrik verilmedi vücutlarımıza, dava arkadaşlarımızı gammazlamamız istenmedi, eşimizin namusuyla tehdit edilmedik, hakkımızda idam kararı çıktıktan sonra sehpayı beklerken birden karar da durdurulmadı.

Ya da inancımızdan dolayı işimizden gücümüzden olmadık, inancımız sorgulanmadı, bundan dolayı ayıplanmadık. Şimdiki moda deyimiyle, bir takım güruhlar içinde mahalle baskısına maruz kalmadık darbe yıllarında.

Ama bizim de kafalarımız ikiye bölündü. Karşı taraf kötü biz iyiydik. Ya da karşı taraf hep iyiyken biz kötüydük.

İkiye bölünen kafalarımızın içinde bir o tarafa bir bu tarafa sığındık yeri geldikçe.

Kişiliğimizi tanımadan, kişiliğimiz çoğaltıldı.

İkiyken üç olduğumuzu fark ettiğimizde kendimizden korktuk, korkunca sağ duyulu olalım dedik; ne tarafa hak vereceğimizi tanımlayamadık bu kez.

Nitekim bir süre sonra kavramlar birbirine karıştığı için hiçbir şeyi tanımlayamaz hale geldik. Küçükken ‘Andımız’ ı görev bellettiler, Atatürk’ü sevin dediler en basitinden; büyüdük ‘Olmaz efendi, sorgulayacaksın’ dediler bu kez.

Sorguladık karıştık, karıştıkça grileştik, ikiye bölünmüştük ya, yüz olduk, yeri gelince de bin. ‘Amaaaannn’ dedik bir süre sonra, ‘Aman, ben mi kurtaracağım… Sattığımın memleketini.’ Ve cebimizi kurtarmanın derdine düştük.

Haysiyeti, namusu, dürüstlüğü hatta ama hatta dini bile alınır satılır hale getirdik.

Kafalar bir oldu sonra.

Gri ama bir.

Müphem ama bir.

Metaya bakan tek bir göz, metaya inanan tek bir beyin olduk. ‘Allah da bir’ deyip ona da bir güzel kılıf bulduk.

Alıp sattıkça kazandık, kazandıkça güçlendik, güçlendikçe gücümüze güç katmak için başka güçleri kattık saflarımıza. Bunun adı yeri gelince üniversite oldu, yeri gelince x, y, z bakanlığı, yeri gelince hükümet, yeri gelince devlet.

Zehirlendik, zehirlendikçe zehirledik.

Yalnızca biz darbe mağduru olmakla kalmadık, çoluk çocuğumuzu da mağdur ettik.

Kaçak dövüşmeyi öğreti nihayetinde darbe bize. Evin içinde bile kaçak dövüşür olduk en can ciğerlerimize karşı; söylediklerimizle inandıklarımız arasında uçurumlar olsa da, maskeler gerçekleri anlamaz hesabı, yalanlardan yığınlar oluşturduk.

Karıştıkça tat almaz, tat almadıkça doymaz olduk. Baskılar bizi kendimizden uzaklaştırdıkça bir garip hayaletler gibi dolaşmaya başladık.

‘Amaaann’ dedik yine; ‘Amaaannnn bal tutan parmağını yalar, elin varsa başını kaşırsın.”

Dedik… Dedik… Bu sonu gelmez benzetmeler gibi bir kuyuya düştük, çırpınsak da çıkamadık.

Sonra geçmişte yalnızca iki olmuş büyüklerimiz, ki bizler onlar örnek almalıydık, birer birer ‘darbe mağduruyuz’ diye sokaklara döküldü.

Boş gözlerle baktık onlara.

İçimizden hep, “Siz bu bitmez tükenmez, egosu fazla karışık hesaplaşmalarınızla asıl bizi mağdur ettiniz.”  dedik.

Bir süre sonra diyemediklerimizle yetinmedik, o kadar kızmıştık ki, onların bu mağduriyet psikolojilerini, alıp sattığımız her şey gibi meta haline getirdik.

Burası ‘darbe mağduriyetleri pazarı’ buyurun size de yer var.

Yoksa da zorlayın geçmişe dair bir şeyler bulunur.

İstemek yeter.