Bir kez daha 7 Haziran 2015 tarihine dönmekten fayda var. O gün ne olmuştu ki, Türkiye Cumhuriyeti ve PKK arasında devam eden barış müzakerelerine devlet/AKP’den doğru katılan Başbakan Yardımcısı Yalçın Aldoğan;” Siz –HDP’yi kastederek- artık bundan sonra barışın filmini çekersiniz” demişti. Bütün anti-demokratik yasalara, baskı ve şiddete, ana akın medyanın fütursuzca manipülasyonlarına, HDP’nin seçim büroları ve Diyarbakır mitinginin bombalanmasına rağmen Halkların Demokratik Partisi Türkiye’nin her bölgesinde muazzam bir destek ile %13,1 oy almıştı.
Bu sonuç; devlet/AKP’nin bütün baskı, sindirme ve korkutma çabalarına rağmen milyonların “Başka Bir Türkiye Mümkün ”dür haykırışıydı. Bu haykırıştan çok korktular. Tam da 1915’in bir yüzyıl sonrası halkların bir arada, barış içinde, birlikte bir yaşama yeniden tutunma hamlesiydi. Devletin bir yüzyıldır uyguladığı ırkçı/militer politikaları, 12 Eylül cuntasının barajları yıkılmıştı. Bu durum emek, adalet, barış ve özgürce bir arada yaşam diyenler için muazzam bir adım/moraldi. Korkunun değil umudun, baskının değil özgürlüklerin, kamplaşmaların değil bir arada yaşamın ciddi bir adımıydı. Bu yoldan ilerleme durumunda gerçekten “Başka Bir Türkiye ”ye doğru yol alınacaktı.
Ancak adalet, eşitlik ve özgürlüklerden korkanlar bu sonucu kendileri adına büyük kayıp saydılar. Tedirgin oldular, korktular, öyle ki Tayyip Erdoğan 14 Mart 2018 tarihindeki konuşmasında;” Türkiye'nin kaderi AKP'nin kaderiyle bütünleşmiştir. Biz tökezlersek Türkiye de sıkıntıya düşer. AKP'nin kaybetmesinin bedelinin Türkiye'ye faturasının ne olacağını 7 Haziran ile 1 Kasım arasında gördük” diyecektir. İşte 7 Haziran’dan sonra “hadi ya o kadar da olmaz” dediğimiz neler var ise birer birer uygulanmaya başlandı. 20 Temmuz 2015 tarihinde Suruç Katliamı ile bu süreç başladı. Bu katliamda 31 güzel insanımızı kaybettik. Daha sonra 22 Temmuz 2015 tarihinde 3 polis öldürüldü, bu üç polisin öldürülmesi ile 24 Temmuz 2015 tarihinde Erdoğan “topyekûn savaş” diyerek yeni süreci başlattı.
“Topyekûn savaş” gerekçesi yapılan polislerin öldürülme olayında en son dava 1 Mart 2018 tarihinde görüldü; “Tüm sanıklar 'cinayet' suçundan beraat etti”ler. Bütün bunlar bize çok planlı bir şekilde şiddetin devlet eliyle örgütlenip tırmandırılarak 10 Ekim 2015 Ankara Gar Katliamı ile de yeni bir sürece sokulduğunu gösteriyor. Türkiye’nin geçmiş tarihi devlet eliyle örgütlenen ve kimi taşeron grup ya da bireylere havale edilen katliamlar ile doludur. Sistemin inşasında devlet tarafından “gerekli” ve “makbul” yöntemlerdir bunlar. Bu konuda kendilerinin yeterince itirafı da mevcuttur. Şimdi yeni bir boyut söz konusudur. Bu boyut da bize; “hadi oradan o kadar değildir” dedirtecek şekilde. Aslında biz niye bu kadar şaşırıyoruz ki, “olmaz ama bu kadar” da dediğimiz ve yapılmayan ne kaldı ki? Kaldı aslında, şimdi onun adımlarını izliyoruz.
Erdoğan 24 Şubat tarihli konuşmasında askerliğini yapmış olanların sefer görev emirleri geldiğinde Efrin'e gitmeye hazır olmalarını duyurdu: “Sefer görev emri olanlar hazır olsunlar. Şu an ihtiyaç yok ama... Yeni bir dirilişin arifesinde bulunuyoruz" diyerek bu yeni yolun nereye doğru olduğunu açık etti. Bunu ordunun Efrin'deki başarısızlığına yoranlar oldu ama sadece Efrin'e odaklı bakış açısı yönelimin kapsamını ve derinliğini görmeyi engelliyor. Her şeyden önce sadece Efrin odaklı bakıldığında bile devletin bir strateji çerçevesinde hareket ettiği anlaşılıyor.
İşgal planlarının gerçeklerden bu kadar kopuk yapıldığını düşünmek devleti ve orduyu basite almak demektir. Planlamada varsayıldığını düşünebileceğimiz ve gerçekleşemeyen en önemli unsurun sivillerin Efrin'i terk etmemesi olduğunu söylemek mümkün. Efrin'deki hesapları en çok halkın bu duruşu zorlamaktadır. Yoksa bu devlet YPG-YPJ'nin savaş yeteneğini, direnme gücünü bilmiyor değil. Bu yüzden temel stratejisi halkın iradesini kırarak Efrin'i boşaltmak ve gerillayı ÖSO çeteleri eliyle yıpratmaktır.
Efrin daha kapsamlı yönelimlerin habercisi ya da bir bakıma bu planları görmemizi engelleyen bir perde görevini de üstlenmiş olabilir. Her şeyden önce meseleyi AKP ve ya R. T. Erdoğan sorunu diye ele almak ve tanımlamak kendimizi ve kitleleri yanıltmak olur. Erdoğan basit bir kişilik değildir ve aslında iyi tarafı, konuşmaları iyi analiz edildiğinde görüleceği gibi kafasında ne varsa onu bir şekilde açık etmekten çekinmemesidir. Belki çok cesur, belki kendine aşırı güvenli, belki de kendini kontrol edememesinden kaynaklı böyle yapıyor ama kesinlikle boş konuşmuyor. Zeki değil ama çok kurnaz, onu bir siyaset ustası yapacak kadar pragmatik ve acımasız. Kendi ailesi dışında bir tek canlıya sevgisi ve bağlılığı yok. Onun en zayıf noktası ailesi. Ve en tehlikelisi de büyük bir lider olduğuna herkesten daha çok kendisinin inanması.
Epilepsi hastalığına peygamber hastalığı da denilmektedir, çünkü epilepsi hastası her nöbette bir başka aleme gider ve sesler duyar. Aslında her kriz bir ölümdür ( maddi anlamıyla da bir ölümdür, çünkü her krizde beyin hücreleri ölür) ve her krizden çıkış ölümsüzlük düşüncesini besler. Her krizde ölen ve yeniden hayata dönen Erdoğan ölümden korkan biri değildir, liderliğinin ümmet için bir şans olduğuna inanmaktadır, bu inancında da samimidir. İşte bu samimiyeti hem onu tehlikeli kılmakta hem de yığınlar nezdinde bir lider konumuna yükseltmektedir. Samimi olmayanların liderlik şansları yoktur. Hitler, Mussolini gibi faşist diktatörlere her şeyi söyleyebiliriz ama onların samimi olmadıklarını iddia edemeyiz. Bu durum bizim gibi sıradan insanlar için delilik, çıldırma hali gibi gelse de ( ki faşizm aslında toplumsal çıldırmadan başka bir şey değildir) her durum kendi aktörlerini yaratır.
Efrin daha büyük bir planın ilk adımları olabilir dedik. Öyleyse daha geriye gidip bakmakta fayda var. Mesele Erdoğan'ın şahsi bir meselesi olamayacağına göre bu kadar hazırlığın, yoğunlaşmanın başka bir nedeni olmalıdır. Ya da bizim hep durağan saydığımız mevzilenmelerde olağanüstüsü değişiklikler söz konusudur. Adlandırmak zorunluysa şimdilik buna Türkiye'nin rejim değişikliği diyelim. Bir başka adlandırma Kemalizmin reformasyonu da olabilir. Bizim anladığımız ve tanıdığımız klasik Kemalist cumhuriyet bitmiştir. Bu çok net...
Kemalistler ağırlıklı olarak Balkan göçmeni ya da sürgünü kadroların ürünüydü. Anadolu'ya ve onun kültürüne yabancıydılar. Yüzleri Avrupa 'ya dönüktü çünkü oradan gelmişlerdi. Sekülerliklerinin ya da dine mesafeli oluşlarının sosyal kültürel şekillenmeyle bir ilişkisi vardı. Toplumu devlet eliyle tepeden biçimlendirdiler. Tam anlamıyla başarılı olmaları için bütün halkın Balkan göçmeni olmadı gerekiyordu. DP, Bayar-Menderes dönemi esasında bir Kemalist reformasyon dönemidir. Cumhuriyet ile Türk-Kürt toprak egemenleri ve eşraf bu dönemde barıştırılmıştır.
AKP dönemi Kemalizmin ikinci reformasyon dönemidir. Bu dönemde büyük kalk kitleleri siyasal İslam ideolojisiyle rejime yedirilmiştir. Bu son süreç çatışmalı ve karmaşıktır. Hem klasik dönem Kemalizmin anlayışına sahip devlet bürokrasisi hem de varlığını Bayar-Menderes çizgisine borçlu olan komprador burjuvazi direnmeye çalışmıştır. Siyasal İslam egemen düzene yenilmedi ama zafer kazandığı anda da yerine bir şey koyamadı. Bu kaos durumunda eski düzenin sahipleri yeni lidere boyun eğdiler ve yeni lider de bütün ittifaklarını gözden çıkarma pahasına eski düzenle uzlaştı. AKP-MHP bu uzlaşmanın ifadesidir. Eski düzenin Atatürk'ten beri bir lideri yoktu, onu siyasal islamcılardan ödünç aldılar. Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk'ten beri aradığı, özlediği liderdir. Burjuvazi, bürokrasi, asker, toprak ağası, ulema bu halkın kanını emen asalak kim varsa hepsi için Erdoğan bulunmaz bir nimettir.
Bu Kemalizmin ikinci reformasyon süreci ya da klasik Kemalist devletin bitişi yeni bir rejim değişikliğini dayatmaktadır. Devlet bunun kararını verdi. Devlet yeni ideoloji olarak Türkçü-islamcı cihadizmi seçmiştir. Efrin'i işgal Seferi'ne bu yüzden fetih suresiyle başladılar. Devletten FETÖ bahanesiyle bütün klasik Kemalistleri temizliyorlar. Bu devlet bir daha asla o çizgiye dönemeyecektir. Rejim değişikliğine karar verdiler ve bu yüzden bundan sonra atacakları her adım tercih değil zorunluluktur. Rejim değişikliğinde son nokta iç savaştır. Belki de bir dış savaş ama neticede her dış savaş içeriyi temizlemeye yarayan bir iç savaştır da.
Efrin iç savaşın habercisidir ve şimdi kapıda olan bir seçim değil içiyle dışıyla gerçek bir savaştır. Savaşsız rejim değişikliğinin imkânı yoktur. Yeni rejim kendi kadrolarına, kitlesine bir şeyler vaat etmeli, sunmalıdır. Şu anda onlara Kürtlerin toprağını sunuyor ama orda kalmayacaklar. Metropollerdeki Kürtlerin elindeki her şeye göz dikecek sermayelerine el koyacaklar. Laik elitleri de kovup mallarına mülklerine el koyacaklar. Kimse felaket senaryosu demesin, sadece FETÖ operasyonlarındaki el konulan sermaye birikimi bile gözlerini nasıl kararttıklarının bir delilidir. Şunu çok iyi biliyorlar, durdukları anda devlet diye bir şey kalmayacak. Ya yeni bir rejim, dolayısıyla bir devlet kuracaklar ya da bu devlet batacak. Kim devlet batmasın diye bunlara sarılırsa onu da kendi kader ortakları yapacaklar. AKP, CHP, MHP, Perinçek, Ergenekon hepsi neden aynı safta sıralandılar sanıyoruz? Gerçekten de bu onlar için bir ölüm kalım sürecidir.
Şu anda bu çevreler dışındaki herkesin ama herkesin bütün gündemi bu iç savaş tehlikesi olmalıdır. Mümkünse iç savaş planları deşifre edilip durdurulmaya, değilse her türlü hazırlık yapılmalıdır. Kemalistler, laikler, özellikle Aleviler öncelikli ve görece daha zayıf hedeflerdir. Özellikle Hatay ve Çukurova ilk kıvılcımın düşeceği yer olabilir. Hatay bir cihadist üs olarak düşünülüyor olabilir. Hem Suriye'de sıkışan cihadistleri buraya çekmek hem de karşı operasyonlar için çok elverişli bir alandır. Kürtler ( ki bir kısmı alevidir) Arap Alevileri dışındaki kitlesi cihadist her türlü provokasyona açıktır. Çukurova'da Kürtlerin faşistlerin iştahını kabartan ciddi bir sermaye birikimi vardır. Yoksul Türkmen halk MHP eliyle örgütlendirilmiş hatta silahlandırılmıştır. Bir işaretle bu kitlelerin ganimet tutkusuyla saldırması hiç zor değildir. Şimdiye kadar böyle bir olay olmadıysa bu halkın sağduyusuyla filan değil devletin istememesiyle açıklanabilir.
Aleviler kolay ve açık hedeftir. CHP tam anlamıyla Alevileri kasaba götüren çoban rolünü üstlenmiştir. Hem Alevilere hem de laik, demokrat kesimlere çağrı yapmak, onları iç savaş tehlikesine karşı uyarmak duyarlı herkes için tarihsel bir görevdir. Ne yapacaklarına, kiminle ittifak ilişkisi içine gireceklerine kendileri karar verir. Ama hedefte oldukları, uyanık davranmaları gerektiği her fırsatta onlara hatırlatılmalıdır.
Tekrar başa yani Efrin'e dönersek, aslında orda Kürtler sadece kendileri için direnmiyorlar. Bu devlet rejim değişikliği için bir savaşa ihtiyaç duyuyordu ve bu yüzden kendince en zayıf halkadan başlamak istedi. Kendi içinde saflarını sıkılaştırdığı oranda hem içerde hem dışarda bu savaşı yayacak, derinleştirecek. Işid neden Irak'ta, Suriye'de yine hareketlenmeye başladı? Rusya'nın Türkiye'nin NATO'dan ayrılmayı bile göze alacak kadar kararlı olduğunu görmeden işgale ışık yakması düşünülebilir mi? Şu an Rusya'nın somut bilgilerle, İran'ın da büyük devlet tecrübesi sezgisiyle Türkiye'nin planlarından haberdar olduklarını var sayabiliriz. Diğer bütün güçler kervanı yolda düzmenin derdinde. Ya da boyutunu bilmediğimiz başka planları var. Efrin bütün bu planların başladığı yer oluyor ve faşizme karşı direniyor.
Not:
- AKP iktidarının bize bellettiği en büyük sosyolojik derslerden birisi, belki de birincisi siyasal İslam denilen ideolojinin faşizme dönüşmeye ne kadar elverişli olduğudur. Belki de siyasal İslam olmadan faşizmin kitle tabanını bulmayacağı da öne sürülebilir. İslamın egemen olduğu bütün coğrafyalarda din ulus kimliğin harcı olduğu gibi kitleselleşmiş faşizmin de temel motivasyonu durumundadır. Araplarda, Farslarda ve son olarak Türklerde demokratik siyasal İslam hayali artık bitmiştir. İŞİD, AKP ya da Şii fanatizmi kitleselleştiği oranda demokratikleşmez, tam tersine dört dörtlük bir faşizme verilir. Cumhuriyet tarihi boyunca egemenler hiç bir zaman halka bu kadar nüfuz edememişlerdi. İslamcılık adına bunu yapmayı başardılar. Görece laik ırkçıları bile sarhoş eden bir başarıdır bu.
- Kuzey Kürdistan sessiz ve hareketsiz. Toplumların bir zekâsından bahsetmek mümkün değilse de bütün canlılar gibi sezgisel davranışlar gösterdiklerini düşünebiliriz. Halk soykırım düzeyinde bir tehdittin varlığını hissediyor. Duyarsız değil ama enerjisini bu hesaplaşmaya saklıyor olabilir. KÖH bile yönelimin kapsamını ve derinliğini tam olarak görememiş olabilir. Öz yönetim direnişleri sürecinde devletten klasik Kemalist refleksler beklendi. Devlet ise sınırsız bir şiddet, katliam ve yıkımla korku salmak istedi. Devlet denilen yapı için en korkulan şey kontrolün yitirilmelidir. Şehir savaşları denilen süreçte Kürtleri bir erken başkaldırıya sürükledi, şiddeti tekelleştirdi ve bütün bir toplumu duygusuzlaştırarak muazzam bir ön hazırlık yaptı. Şu anda devlet milis güçleri dâhil bütün kuvvetleriyle bir iç savaşa hazırdır. Meclis, siyasi partiler vs. her şey anlamını ve işlevini yitirmiş vaziyettedir. CHP'ye nasıl Alevilerin çobanı rolü verilmişse, aynı görev Kürtler için HDP'ye de verilmek isteniyor. HDP'nin yapabileceği tek hayırlı şey her fırsatta ve her yerde iç savaş tehlikesini dillendirmek ve gündemde tutmaktır. Bunun dışındaki her söz ve eylem HDP'ye verilen rolün kabul edildiği anlamına gelir. Bu aşamada barış söyleminin ne bir etkisi ne de bir anlamı vardır.