Bir süredir Edremit Körfezi içinde bir tatil yerindeydim, bu sabah tatil bitiyor, dönüyoruz. Burada komşumuz, balığa çıkan bir arkadaş edinmiştik. Birlikte, birkaç sefer, ağ atmaya ve toplamaya çıktık. Az buz ağ değil 1500 metre. Bu işlerle uğraştığım zamanlarda da, 400 metreden fazla ağım olmamıştı hiç. Özlemişim. Onun için epey keyif aldım.


Keyif aldım almasına, ama bir yandan da balığın bu belirgin azalmasına canım sıkıldı. Yıldızı, salyangozu, yengeci, çağanozu, tutulan birkaç balığa gelip musallat olduğu için, yakalanan balığın bir kısmını da yenebilir olmaktan çıkıyor. Hele tekir, barbunya gibi daha nazlı balıkların canına okuyorlar. Sonunda 1500 metre ağ çekip topu topu iki kilo kadar balıkla yetinebiliyorsun. Metrelerce ağ tertemiz gelebiliyor.


Yıllardır, gittiğim kıyı kasabalarında, balıkçı kahvelerinde, bu hikâyeleri dinlerim: eskiden nasıldı, şimdi ne oldu... “Elli metre ağ atardık, çekmekten yorulurduk...” Böyle böyle başlanır söze, laf uzarsa, birisi ikisi nasıl dinamit attığını ve neler topladığını da anlatır. Böylece anlaşılır ki bu “tükenme” hikâyesinde herkesin kendi çapında bir payı, sorumluluğu var. Herkes, elinden geleni yapmış.


Tabii, elinden gelenlerin çapı değişiyor, adamına göre. Küçük balıkçı da dinamit atıp yavruydu, yumurtaydı, ortalığı mahvediyor, öldürdüğünün yüzde 80’nine zaten erişemiyor. Ama onun yaptığı trol çekenlerin verdiği zararın yanına yaklaşamıyor.


Bu sorun yalnız Türkiye’ye özgü bir sorun değil. Aşırı avlanma dünyanın birçok yerinde denizleri kuruttu. Morina gibi, son derece bol bulunan bir balığın soyunu neredeyse tüketti. İzlanda, Japonya gibi, balığa deniz ürünlerine bağımlı toplumlar görece erken uyanıp türlü türlü tedbir almaya başladılar. İzlanda, kara sularını genişletmekten, neredeyse Britanya ile savaşa girecekti.


Her işimizde olduğu gibi bu işte de geciktik; bir süredir, yumurta bırakma zamanında avlanma yasağı uygulamak gibi tedbirler almaya başladık. Gene bir süredir, belirli bir boya erişmemiş balıkların avlanmasını durdurmaya çalışıyoruz. Gene hep olduğu gibi, yasakların uygulanması “yasak savma” üslûbuna uygun bir biçimde yürüyor.


Çinekop avını durdurmak için sivil bir girişim başlatıldı. Çok yerinde bir girişimdi. Bir ölçüde verim alındı ama gene pek çok yerde çinekop satıldığını görüyorum. Bir zincir, uzayıp gidiyor; neresinden durdurursun? Balık halinde mi, balıkçı dükkânında mı, yoksa balık veren lokantada mı? Nihaî belirleyici, tabii, tüketicidir. O bunun bilincine erip “Ben yemiyorum, yemeyeceğim” derse, en etkili denetim budur, ama Türkiye’de bunun gerçekleşmesi o kadar zor ki!


Her alanda teknoloji büyük bir hızla gelişiyor. Balık avında da aynı durum sözkonusu. Bir “ters orantı” var: balık hızla azalıyor, avlanma teknolojisi hızla ilerliyor. Sonarlar, hızlı tekneler, kilometrelerce ağlar...


Bunlar Türkiye’de de var. Okyanus balıkçılığı için üretilmiş teknolojiyle donatılmış bir balıkçılık filosu. Bunlar, denizle herhangi bir duygusal ilişkisi olmayan birtakım sermaye sahiplerinin elinde. Bir gökdelen inşaatına da yatırım yapabilirlerdi; fabrika kurup plastik bilmemne de üretilebilirlerdi. Bir rastlantı sonucu tekne edinmişler. Şimdi, yatırdıkları sermayeyi bir an önce geri alıp kâra geçme telâşında. Muhtemelen çinekopun büyüyüp lüfer olduğundan haberi bile yoktur, ama haberi olsa, aldırış edeceği yoktur.