Kutuplaşmanın her geçen gün daha da şiddetlendiği Türkiye’de, süregiden iktidar savaşlarının tarafı olmak istemeyenlerin başına gelenleri, basit bir şekilde “Ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamamak” olarak tanımlayabiliriz. Savaşan taraflara yönelttiğiniz her eleştiri rakibi tarafından kullanılır, aynı anda her iki tarafla aranıza mesafe koyduğunuz zaman uç kutupların ayrı ayrı hücumuna uğrarsınız.

Odatv baskını üzerine Vatan’da kaleme almış olduğum yazı nedeniyle de aynı şey oldu. Baskının ardından “geç bile kalındı”, “sonra da şunları alın” diye sevinç çığlığı atanları “leş kargaları” olarak tanımlamam Odatv’ye sempati duyanların çok hoşuna gitti, doğal olarak düşmanlarını da çok öfkelendirdi. Aynı yazıda Soner Yalçın ile “ayrı dünyaların insanı” olduğumuzu söylemem, Odatv’yi başarılı bulduğumu ama beğenmediğimi belirtmem de ulusalcıları epey kızdırdı.

Bu kutuplara cevap yetiştirmeye çalışacak değilim, istesem de onları (hele her iki kutubu birden) tatmin etmemin imkansız olduğu ortada. Bununla birlikte bazı konuları daha da netleştirmek yararlı olabilir. Örneğin Odatv ve Yalçın hakkındaki görüşlerim baskınla oluşmuş, diğer bir deyişle “korkup da yazılmış” değil. Bu noktada Ankara’da bir grup solcu gencin çıkardığı Tanyeri adlı dergiye vermiş olduğum ve Kasım 2010 sayısında yayınlanan mülakattan kısa bir alıntı yapmak isterim.

Bana “Bu süreçte siz de Hanefi Avcı ile olan görüşmelerinizle ilgili birtakım saldırılara maruz kaldınız, özellikle liberal-muhafazakâr yazarlar tarafından. Başka gazetecilerle birlikte, Nedim Şener olsun, Soner Yalçın olsun, hedef gösterildiniz bir bakıma. Bu zorlu süreçte gazeteci, yazar ya da aydın olmaya dair söyleyecekleriniz varsa onu da almak isteriz” dediklerinde şu cevabı vermiştim:

“Bir kere adımın Soner Yalçın’la birlikte anılmasından hiç hazzetmediğimi söylemem lazım. Soner Yalçın, Aydınlık gibi, benim İslamÓ hareketler üzerine çalışmalarımı ‘ajanlık’ olarak değerlendiren bir çevreden gelmiştir. O anlamda, sola vs. bakışlarımız tamamen farklıdır. Bunu o da bilir, ben de bilirim. Hayatımda da iki kezden fazla da görmüşlüğüm yoktur. Ben öyle bir gazeteci değilim. Nedim Şener’i gazeteci olarak bilirim, arkadaşımdır. Onun engellenmek istendiğini de biliyorum. O anlamda ona saygı duyarım, ama Soner Yalçın’ın ve çevresindeki insanların yürüttükleri yayın faaliyetleri benim çok tasvip ettiğim şeyler değil. Bunları yaparken benim bazı yaptıklarımdan faydalandıklarını görüyorum, bu da beni açıkçası üzüyor, ama sık sık bana da çok sert şeyler yaptıklarını da biliyorum. Yani onların yolu ayrıdır, benim yolum ayrı.” (http://www.tanyeridergi.com/sayi/3.html )

Demokrasiye bakış farkı

Yalçın ve arkadaşlarının başına gelenleri “basın özgürlüğü” bağlamında eleştirmiş olmam onlarla yollarımızın birleştiği anlamına gelmiyor; böyle bir birleşmenin hiçbir zaman söz konusu olamayacağı da ortadadır. Örneğin kendisi her ne kadar böyle olmadığında ısrar etse de Yalçın’ın Sabetaycılık üzerine yazdıklarının anti-semitik (Yahudi aleyhtarı) olduğunu düşünüyorum. Bu arada onun (ve tabii Yalçın Küçük’ün) özellikle bir dönem Sabetaycılık konusunu her şeyin önüne çıkarmış olmalarına anlam veremediğimi, daha doğrusu hayli anlamlı bulduğumu da vurgulamak isterim.
Her şey bir yana Yalçın’la ve Odatv’de yazıp çizenlerin çoğuyla demokrasiye bakış konusunda çok farklı düşünüyoruz. Daha açık söylemek gerekirse Yalçın’ın ve onunla birlikte hareket edenlerin demokrasiye fazla önem verdiklerini sanmıyorum. Fakat kendilerini birer “demokrasi kahramanı” olarak görmüyorum diye Yalçın ve arkadaşlarının hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmesine sessiz kalmam da asla söz konusu olamaz.