Arap Baharı’nın başladığı, daha doğrusu ‘ilkbahar’ın yaşandığı ülke olan Tunus’ta geçen pazar günü, ilk demokratik seçimler yapıldı. Hem seçimler hakkında fikir edinmek hem, ‘devrim’ sonrası Tunus’u merak ettiğim için geçen hafta sonunu orada geçirdim. Beşkentte, gündelik hayatta göze çarpan fazla bir değişiklik yoktu ama, otoriter bir rejimden kurtulmanın sevinç ve coşkusunun her çevreden insanı sardığı gözle görülür durumdaydı.

Tunus gerçekten de, bölgede gelişmiş orta sınıf kültürü ile demokratik siyasete en hazır ülke. O nedenle de, Arap Baharı’nın model ülkesi olarak görülüyor. Seçimlere yüzde doksan oranında büyük katılım da bu gerçeğin altını çiziyor. Seçim öncesi İslamcı En-Nahda hareketinin en fazla oy alacağı belliydi, ancak Nahda, tahminlerin ötesinde yüzde kırk civarında ve kendisine en yakın partiden iki katın üzerinde oy aldı. Öyle görülüyor ki, bu sonuç, ülkedeki laiklik yanlılarını ve belki onlardan da fazla Arap Baharı’nı Batı kamuoyunda farklı pazarlamaya çalışanların canını sıktı. O kadar ki, Bahar yayınları ortalığı kasıp kavuran El-Cezire televizyonu bile seçim sonuçlarına çok kısıtlı yer verdi.

Bunun nedeni, ne El-Cezire’nin ne de Batı medyasının Tunus’ta İslamcı hareketin gücünden rahatsız olmasından ziyade, Arap Baharı diye takdim edilen değişimin, Batı kamuoyunda ‘İslamcılığın yükselişi’ olarak algılanmasından duyulan kaygı. Zira, ‘Bahar’ sürecinde sırada bekleyen ülkeler var ve buralardaki hareketlilik konusunda kamuoyunun kuşku duyması istenilir bir durum değil. Oysa, gerek Tunuslu entelektüeller gerekse Batı kamuoyu, özellikle de ‘Tunus devrimi’ni çok sevmişti. Devrim, hiç vakit kaybetmeden havalı bir sanat objesi haline gelmişti. Gider gitmez satın aldığım ve artistik devrim portlerinden oluşan ‘Artocratie en Tunisie’ bunlardan biri.

Şimdilerde Batı basını, Nahda hareketinin ne denli ılımlı bir İslami yorum olduğunu vurgulamakla meşgul. Aslında bu da yeni bir durum değil, Nahda’nın lideri Gannuşi, on yılı aşkın süredir ‘radikal İslam’a karşı demokrasi ile barışık bir İslami yorumun temsilcisi olarak itibar kazanmış birisi. Diğer taraftan, ‘Müslüman ülkelerde laiklik olmaksızın, İslami bir demokrasinin daha mantıklı olduğu’ fikri çok uzun süredir Batı’da kabul gören bir yaklaşım. Bu konuda öncü çalışmaların başında, İslam dünyası üzerine çalışmaları ile tanınan ve şimdilerde Arap Baharı’nı coşku ile karşılayan J. L. Esposito’un derlediği, içinde Gannuşi’nin bir makalesinin de olduğu, ‘Ortadoğu’da İslam ve Sekülarizm’ (Islam and Secularism in the Middle East, New York University Press, 2000) geliyor. Tunuslu siyaset bilimci Larbi Sadiki’nin ‘Arap Demokrasisi Arayışı’ (The Search for Arab Democracy, Hurst&Company, 2004) başlıklı kitabı da Gannuşi’nin demokrasi anlayışını kuramsallaştıran en önemli çalışmalardan biriydi.

Bu noktada, hemen yaygın bazı yanlış anlamalara işaret edeyim. Tunus, hiçbir zaman sanıldığı gibi, laik bir rejim değildi, aksine anayasasında ‘resmi din İslam olarak tescilli idi’. Burgiba’nın kurduğu rejim, kendini ‘modernist’ İslami referanslara dayandıran, modernleşmeci bir ulus devlet projesi idi. Arap baharı ardından laikliğin tesis edilmesini beklemek bu açıdan anlamsız. Diğer taraftan, Nahda hareketinin ılımlı bir İslami yoruma dayanmasına karşın, ‘İslami demokrasi’ ötesinde bir demokrasi tahayyülü ve iddiası yok. Bu şu demek, siyasi sistem seçime dayalı olacak ancak toplumsal kurallar nihayetinde İslami değerler ile çatışıp, çatışmadığı çerçevesinde özgürlük ve farklılığa izin verecek. Nahda’nın İslami yorumu Burgiba’nın zorlama modernist yorumundan çok uzak olduğu için, toplumsal hayatı belirleyen kurallar daha muhafazakâr bir standarda sahip olacak.

Tunuslu ‘laik çevre’ denilen kesimi korkutan da bu durum. Bu arada, şimdilerde dolaşıma giren, ‘yüzde 40 Nahda’ya oy verdi ise yüzde 60 vermedi’ tesellisine sığınmanın da fazla anlamı yok. Zira, modern-laik bir siyasi hadefi en net olan ‘Kutup’ koalisyonu beklenenin çok altında oy aldı. Nahda dışında kalan diğer partiler ise, bu konularda daha temkinli. Seçim öncesi Persepolis filmine karşı sergilenen tepkiye sadece Kutup net bir tavır takındı. Diğerleri, bir yandan şiddet eylemlerini kınayıp, diğer yandan filmin gösterilmesine değişen ölçüde tepki verdiler.
Tunus ve diğer Bahar ülkelerinde demokrasi seyrini daha uzun süre izleyip yorumlayacağız. Şimdilik son olarak, daha önce de yaptığım bir hatırlatmayı tekrarlayayım. Bölgede demokrasinin seyri bir yana, ‘Arap Baharı’nın takdim biçimi fazlasıyla Oryantalist bir seyir izlemeye devam ediyor. Bu nedenle, bu ülkelerin yakın tarihi, geçmiş siyasi tecrübeleri fazlasıyla göz ardı ediliyor, Araplar, ‘tarihin derin uykusundan yeni uyanmış’ gibi bir tablo oluşuyor. Oysa mesela Tunus’ta anayasa (Destur) hareketinin geçmişi 1850’lere kadar gider. O günlerden bugüne kadar o kadar olanları dikkate almadan bügünü değerendirmek mümkün değil. En önemlisi, Tunus’un, şimdi sonu gelen otoriter rejiminin ayakta kalma hikâyesi, ‘İslami muhalefete karşı sindirme’ hikâyesinden çok daha karmaşık. Burgiba rejiminin, İslamcılığı sindirme misyonundan çok daha önce, 26 Ocak 1978’de (‘Kara Perşembe’) güçlü sendika hareketinin gerçekleştirdiği genel greve karşı, yüz civarında insanı öldürüp, yüzlercesini tutukladığı kanlı bastırmayı gerçekleştirmiş olduğunu unutmayalım.

Şimdi bu ne demek? Demeyin. Bu şu demek; bugün olanları laik diktatörlüklere karşı muhafazakâr toplumun biriken tepkisinden ibaret saymak, yeni kurulacak siyasi denklemlerin yeni resmi söylemlerinin yapı taşlarını döşemekten öte anlam ifade etmiyor. Bu söylem olayların hakkıyla anlaşılıp değerlendirilmesinin önüne dikiliyor. Oysa bu süreci hakkıyla değerlendiremezsek, bu bölgede yaşayan hiçbirimiz önünü göremeyecek.