Bir Türkiye vatandaşı olarak, ‘Osmanlı hayali’nin canlanmasını ve dış politikanın bu anlayışa ön vermesini sorunlu buluyorum. Nasıl bazı yazarlar, açıkça yeni bir ‘Osmanlı’ ve ‘cihan devleti’ fikrini olumlu bulduklarını ifade ediyorsa, bu fikri sorunlu bulanların da aynı açıklıkla eleştirilerini dile getirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Maalesef, Osmanlı hayalini ‘milli politika’ sayıp, eleştirilerin bu çerçevede karalanmasının ortamı giderek yaygınlaşıyor, eleştirel sesler kısılıyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, yaklaşımının ‘neo-Osmanlıcılık’ olmadığını açıkça ifade etmesine karşın son durum bu.

‘Arap Baharı’nın önemi

Diğer taraftan, Ortadoğu ülkeleri ile yakın ilişkiler kurulmasına hiçbir itirazım olamaz. Olsaydı, Doğu Konferansı gibi bir girişimin içinde yer almaz, Ortadoğu’ya ilişkin geçmiş bakış açılarının yanlışlığına dair onlarca yazı yazmaz, on yıldır Ortadoğu ülkelerini aşındırıp, o ülkelerin aydın ve siyasi akım temsilcileri ile iletişim kurmaya özen göstermezdim.
Ancak Türkiye’nin bölgesel liderlik hevesini gerek dış, gerekse iç politika açısından sorunlu buluyorum ve bunu her vesile ile ifade ediyorum. ‘Arap baharı’ ve buna bağlı gelişmelerin takdim edildiği çerçeve ötesinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Son olarak, 11 Eylül vesilesi ile, ‘Arap baharının radikal İslam’ ile savaşta nasıl bir önemli bir adım olduğunun altını çizilmesi, bu olayın kamuoyuna pazarlanma biçimi hakkında fazlasıyla fikir veriyor. Ülkelerindeki otoriter rejimlere olduğu kadar, bu rejimlere destek veren ABD ve Batı’ya karşı demokratik başkaldırı olarak lanse edilen bu olayın, Batı ana medya ve siyaset çevrelerinde bunca övülmesi bir gariplik değil mi? O kadar ki, Irak işgali öncesi Bush’a destek veren ve ‘waterboarding’in (zanlı İslamcı militanların sorgulama esnasında kafalarının suya daldırılıp boğulma hissinin tattırılması) ‘işkence olmadığını’ iddia eden ‘sol aydın’ Chistopher Hitchens bile ‘Arap baharı savunucusu’ kesilmiş vaziyette.
Türkiye’nin bölgesel politikaları da, Batı dünyası tarafından bu çerçeve içinde destekleniyor, bu ortamda İsrail ile çatışma fazla sorun edilmiyor. Bölgesel etkinliğin anahtarı olan İsrail karşıtlığının, şimdilik önü açılmış vaziyette. Başbakan Erdoğan’ın son bölge gezisini de, biraz da bu çerçevede düşünmekte fayda var. Dahası, tek taraflı ilan edilecek Filistin devletinin, önümüzdeki günlerde, BM tarafından tanınması gündemde. Filistin devletinin tanınması, Filistin davasının seyrinde büyük bir başarı olarak takdim edilecek. Ancak durum tam da bu değil. Zira, bu durumda BM artık Filistin Kurtuluş Örgütü’nü değil, sadece Batı Şeria ve Gazze’de yaşayanları temsil eden bir devleti tanımış olacak. Böylece farklı ülkelere göç etmek zorunda kalan Filistinliler tamamen temsilsiz kalmış olacak.  Filistin davasının en can alıcı noktalarından olan Filistinlilerin ‘geri dönüş hakkı’ konusu da rafa kalkmış olacak.

Hasan ve Abbas
‘Radikal İslamcı terör ile savaş’ çerçevesinde İngiltere’de yaşayan Müslümanların hak ve özgürlüklerinin gaspı ve küresel ölçekte saldırgan dış politikalar konusunda eleştirel tavrı ile tanınan yazar Mehdi Hasan, 2 Eylül tarihli yazısında (The Guardian) bu konuya özellikle dikkat çekti. BM’nin FKÖ’yü 1974’ten beri tanıdığını ve 1976’dan beri FKÖ’nün BM Güvenlik Konseyi tartışmalarına katılma hakkı olduğunu hatırlattı. Filistin Otoritesi başkanı Mahmud Abbas’ın, aynı zamanda tüm Filistinlileri temsil eden FKÖ’nün başkanı olarak BM’de temsil gücüne sahipken, Filistin devleti ilan edilirse, sadece Filistin’de yaşayanları temsil ediyor sayılacağının altını çizdi.

Hatalı okumalara dikkat!
‘Arap baharı’, Filistin davasında kazanımlar, ‘Türkiye’nin bu çerçevede liderlik rolü’ derken, bölgede yaşanan gelişmeleri derinlemesine yorumlama ortamı tamamen ortadan kalkmış vaziyette. Biz, Türkiye’de yaşayanlar için, bu ortamın demokrasiyi zora sokan ‘iç politika yansımaları’ gibi fazladan bir sorun var. Bu arada, Türkiye gibi ‘dışarıdan’ aktör değil, Arap halklarının içinden ve gönlüne taht kurmuş Nasır’ın bölgesel gücünün, 1967 savaşı ile nasıl birdenbire çöktüğünü unutmayalım. ‘ABD, Nasır’a karşıydı ve o dönem İsrail’i sonuna kadar destekliyordu’ diye avunmayalım, koşullar değişir, ama hatalı okumalara dayalı büyük iddialar bir noktada duvara çok sert biçimde çarpabilir. Ayrıca, konjonktürün ipiyle kuyuya inilmez.