“Afganistan’da ne işimiz var?” sorusunun peşinden ben de Afganistan’a gitmiştim.
Gitmeden önce, sanıyorum, 2001’in Kasım ayında, o zaman Genelkurmay İkinci Başkanı olan Yaşar Büyükanıt Paşa’yla makamında görüşürken bana şöyle demişti:
“Kore’ye neden gitmiştik? Komünizme karşı mücadele için... Şimdi Afganistan’a gitmeyelim mi? Köktendincilik, radikal İslam bizim için de tehlike değil mi?”
Amerika, 11 Eylül (2001) sonrası Afganistan’da Taliban’ı yeni vurmuş, Kâbil’den sürerek yeraltına itmişti 2002 yılı başında. Türkiye de Afgan Barış Gücü’ne asker veren NATO ülkelerinden biriydi.
Başkent Kâbil’i görünce bir başka gezegene gelmişçesine şaşırmış, içimi hüzün kaplamıştı.
Sanki batmış bir ülkeye gelmiştim. İç savaşlardan, 1979’daki Sovyet işgalinden geçmiş, şimdi bir savaş daha görmüş, taş üstünde taş kalmamış, mahvolmuş bir ülkeydi Afganistan...
Bir sabah vakti bizim askeri birliği ziyarete gitmiştim.
Anımsıyorum o silah seslerini.
Manevra mermileri de olsa, alışık olmayanı tedirgin edici bir ortamdı.
Tek sıra yan yana dizilmiş yerde oturuyorlardı. Ellerinde Rus malı Kalaşnikoflar, çoğunun namlusu kırık. Tercüman aracılığıyla hepsine teker teker soruyorum:
“Sen nesin?”
“Tacik.”
“Sen nesin?”
“Peştun.”
“Özbek.”
“Hazara.”
Aradan biri ayağa kalkıyor:
“Ben Afgan’ım” diye bağırıyor.
Şaşırıyorum, çünkü Kâbil’e geldiğimden beri ilk defa kendini etnik kökeniyle tarif etmeyen ve “Ben Afgan’ım” diyen biri...
Türk Eğitim Timi Komutanı, “Ben Afgan’ım” diyen askerin omuzunu sıvazlarken bana dönüp, “ Galiba şimdiye kadar bir tek onu ikna edebildik Afgan olduğuna” demişti gülümseyerek...
On yıl önce Afganistan’da askeri müdahalenin sonuçsuz kalacağını söyleyenlere de rastlamış, o zaman pek inandırıcı bulmasam da, Milliyet’teki yazılarımda onların görüşlerine de yer vermiştim.
Demişlerdi ki:
“Çok yoksul, fena halde bölünmüş bu ülkede Afganlık bilinci yaratmaya kalkışmak nafiledir..”
“Bu savaş kazanılamaz.”
“Taliban yok edilemez.”
Böyle söyleyenleri zaman haklı çıkardı. On yıl geçti, Afganistan’da ne savaş ne barış kazanıldı. Taliban’la müzakereye gidilirken, Amerika çekilmeye hazırlanıyor.
Şimdi aynı pencereden Irak’a bakalım. Saddam Hüseyin’in savaşla, dış müdahaleyle düşürülmesine karşılık Irak’ın ödemiş olduğu korkunç bedeli düşünelim.
Sonra Libya’ya bakalım, neler yaşanıyor.
Ve tabii Suriye...
Esad rejimi zulmediyor, Baas iktidarı acımasızca kan döküyor, insanlığa karşı suç işliyor. Bunun durdurulması acilen  bir insanlık görevi.
Ama nasıl?..
Dıştan askeri müdahale işleri çok daha berbat etmez mi? Suriye’yle birlikte bölge bir anda istikrarsızlık batağına batmaz mı?
Ya İran’a askeri müdahale?
İran’ın nükleer silahlara sahip olmasına ben de karşıyım. Ama bunu önlemenin yolu olarak, İsrail’in bir hava saldırısına da karşıyım.
Çünkü, böyle bir müdahalenin Ortadoğu’yu ve dünya ekonomisini dibi gözükmeyen bir cehennem çukuruna itmesi ihtimalinden kaygı duyuyorum.
Yılların içinden çıkardığım dersler ve edindiğim deneyimler beni üç noktaya getirdi:
(1) Savaş çare değil.
(2) Dış müdahale yerine toplumların kendi ‘iç dinamikleri’ne zaman tanımaktır doğru olan...
(3) Dışarıdan askeri müdahaleyle ‘demokrasi’ydi, ‘insan hakları’ydı gibi düzen ve değerleri tepeden zorla dikte etmeye çalışmak geri tepiyor, büyük acıların yaşanmasına yol açıyor.