Düşe kalka da olsa, iki adım ileri bir adım geri giderek de olsa Türkiye bir süreden beri geçmişiyle hesaplaşmaya çalışıyor. Bu hesaplaşma şimdilik siyasal aktörler eliyle ve onların iradesiyle yürüyor; büyük ölçüde de başta iktidar partisi ve çevresinde kümelenmiş siyasal kesimlerin asker hasımlarıyla hesaplaşmasına dönüşüyor. Böyle olduğu için, ödeşme ile bitecek ve toplumun zihniyet dünyasını değiştirerek tarihsel-toplumsal yaraları saracak sağlıklı bir sürece girilemiyor. Fay hatlarıyla yarılmış toplumumuzdaki çatlaklar daha da derinleşiyor, her kesimin kendi içinde bile ayrışmalar oluyor. Toplumsal mutabakat sağlanamıyor. Neden?

 

Yüzleşmeden Hesaplaşılamaz  

Hesaplaşmak ister kişiler arasında, ister siyasal güçler veya toplumlar arasında olsun bir hasmın varlığına işaret eder. Bu yüzden de dışarıya, ötekine dönüktür. Zarara uğrayan ya da uğradığını düşünen taraf kendisini zarara uğratan, mağdur eden ötekinden (hasımdan) hesap sormak için onu vicdanî ya da hukuksal anlamda yargılar; ceza verilmesini, uğradığı zararın tazmin edilmesini ister, ya da cezayı kendisi vermeyi dener. Her hesaplaşma; kişinin, topluluğun, bir zümrenin, bir halkın, bir ülkenin, vb. kendisine yapılan kötülüğün, haksızlığın intikamını da içerir. O kişi, o zümre, o halk, o toplum ahlâken veya siyaseten yeterince olgunlaşmamışsa, demokrasi kültürü gelişmemişse hesaplaşma öfkeli, sert, intikamcı, hatta kanlı olur. Ödeşme yaşanıp barış sağlanamadan, sadece gücün ve iktidarın el değiştirmesiyle sınırlı kalır.

Yüzleşme ise hesaplaşmadan çok daha derin ve çok daha güç bir süreçtir. Hesaplaşma ötekiyle gerçekleştirilirken yüzleşme kişinin, siyasal gücün, ideolojik topluluğun, bütün bir toplumun kendine ayna tutmasıdır. O aynada gördüğü suretten korkmadan, aynayı karartmadan kendisiyle, kendi eksiğiyle, hata veya suç payıyla cesaretle karşı karşıya durabilmesidir. Yüzleşebilmek için önce aynaya bakma cesaretini gösterebilmek, orada gördüğü gerçeği ne kadar acı ve utanç verici olursa olsun kendini ve başkalarını kandırmak için aynayı karartmadan kabullenmek gerekir. Yüzleşme bir çeşit kendi kendini sorgulama, kendi kendinden hesap sorma eylemidir. Sonrasında atılacak adım -eğer varsa- suç veya hata payını kabul edip özür dilemektir. En zor olan budur ama bireyin ya da toplumun ruhunu temizleyecek, cerahati akıtıp yarayı sağıltacak olan da budur. Yüzleşme süreci kişiyi (veya topluluğu, halkı, toplumu) önce acıtsa da yavaş yavaş iyileştirir; ruh sağlığına, dengeye kavuşturur.

Bir kişiyle, bir olayla, toplumsal olgularla, tarihsel gerçeklerle yüzleşmeden hesaplaşmaya kalkışıldı mı bugün Türkiye’de yaşanan tablo çıkar ortaya. Herkes, her kesim; bu olup bitenlerde benim payım nedir, ben olayın neresinde duruyorum, nelerden ne kadar sorumluyum, doğruyu ve gerçeği kendi çıkarım için mi “doğru” ve “gerçek” olduğu için mi arıyorum diye sormadan, yani yüzleşmeden “Şimdi artık benim günüm, oh olsun düşmana” mantığıyla davranırsa, düşman sivrisinekler tek tek avlanır ama bataklık daha da kokuşarak yerinde kalır.

 

Zihniyetle Yüzleşmek Şart

Şimdilik askeri vesayetle, darbeci gelenekle darbelerin elebaşları üzerinden hesaplaşma aşamasındayız. Bir kez daha bunu önemsediğimi, aynı süreci yaşamış başka ülkelerde de olduğu gibi darbelerde sorumluluğu olan kişilerin yargılanmasının ve cezalandırılmasının takipçisi olmamız gereğine inandığımı tekrarlamalıyım. Ancak bu, burada kalırsa toplumca arınmaya, normalleşmeye, ödeşmeye ve barışmaya vardırmayacak bir ilk adımdır.

Başta askerler olmak üzere bürokratik oligarşinin toplumu kendi planlarına ve çıkarlarına göre düzenleme hamleleri olan darbeler, neden değil sonuçtur. Ardlarında, bugün yaşamakta olduğumuz devasa sorunların, çıkmazların, toplumsal sarsıntıların temelindeki kadim bir zihniyet yatmaktadır. Çok basite indirgeyecek olursak bu zihniyet; kökleri Osmanlı’ya giden, ulus-devlet kuruluşu sürecinde İttihat Terakki, sonra Kemalist Cumhuriyet’le devam eden kâdiri mutlak devlet anlayışı ve tapıncıdır. Devlet denen aygıtın (ve tabii ki ona hükmeden muktedirlerin) bireyin refahı ve özgürlüklerinin korunması için halka hizmet sunmakla görevli bir sosyal yapıdan ibaret olduğu fikrini  küfür sayan, yurttaşın devlete ve onun ideolojisine itaat ve sadakatle yükümlü olduğunu veri kabul eden bu anlayışa göre, kulun, tebaanın, giderek halkın çıkarlarını, en iyi devlete egemen olanlar bilir ve toplumu kendi doğruları (yani kendi ideolojileri ve kendi çıkarları) çerçevesinde biçimlendirme hakları vardır. Onlar ülkenin ve halkların sahipleridir. Eylemlerini, kararlarını, suçlarını, cinayetlerini “devletin bekası” ya da bu zihniyetten türeyen “vatan ve milletin yüce çıkarları” türünden kendi beka ve kendi çıkarlarından başka bir şey olmayan yüceltilmiş kavramların ardına saklarlar. Bu zihniyet hangi ideolojik temele dayanırsa dayansın, o ideoloji doğrultusunda tekçidir, toplumu kendi doğrularına göre biçimlendirmeye çabalar. Başka doğruları tehlikeli ve kendi iktidarına karşı tehdit olarak algılar. Türk ulus devletinde bu doğrular Türk-Müslüman çoğunluk temelinde biçimlendirilmiştir. Şu anda birbiriyle hesaplaşmaya çalışan dindar İslami cephe ile ulusalcı Kemalist ya da devletçi Türkçü faşizan güçler bu noktada aynı zihniyetin temsilcileri olarak benzeşir ve birleşirler. Birbirleriyle kıyasıya mücadele ederken bile sözünü etmeye çalıştığım zihniyetin köşe taşlarına sarılmakta yoktur birbirlerinden farkları. Fark, söylem ve nüanslardadır.

 

Adım Adım Öğreneceğiz

Şimdilik toplum, askerin siyasete hükmetmesinin, darbe yaparak veya silah gücüne dayanarak siyasal iktidarları devirmesinin meşru olmadığını, hatta suç olduğunu öğrenme aşamasında. Bundan çok değil beş altı yıl öncesine kadar askeri darbeleri hem haklı hem de meşru bulan kesimlerin çoğunluğu artık aynı kanıyı taşımıyor. Kendimizden ve yakın çevremizden de gözleyebiliriz bunu. Sadece korkuya dayanmıyor bu dönüşüm; insanlar siyasal hayattan ve kendi deneyimlerinden öğreniyorlar, farkındalık kazanıyorlar. Şimdi sıra, “sana vuran darbe iyi, bana vuran darbe kötü” çifte standardından kurtulmakta. Mağduriyetleri tokuşturmadan herkes için adalet, herkes için özgürlük isteyebilmekte.

Ancak yetmiyor; farkındalık toplumcak içimizi kemiren zihniyete yönelmezse, bir zihniyet devrimi yaşamazsak sadece vesayet el değiştirmiş oluyor. Sürmekte olan darbe davalarını önemsizleştirmeksizin, kişisel ve toplumsal vicdanımızın mahkemesinde tarihimizle yüzleşmemiz gerek. Sağıyla soluyla, Türküyle Kürdüyle, İslamcısıyla Kemalistiyle, askeriyle siviliyle, Ülkücüsü devrimcisiyle, arınmak ve normalleşmek için yüzeysel hesaplaşmalardan çok daha derin bir yüzleşme sürecine ihtiyacımız var. 1915 Ermeni kırımından başlayarak İstiklâl mahkemeleriyle, Dersim’le, 6-7 Eylül’le, sonraki Rum tehcirleriyle, azınlıklar sorunumuzla, sivil yöneticileri idam sehpasına götüren 27 Mayıs’la, Meclis’ten yükselen “üçe üç” çığlıkları arasında Denizleri katleden 12 Mart müdahalesiyle, 12 Eylül’ü hazırlayan gladyo- Ülkücü komando ortak yapımı cinayet ve katliamlarla, 28 Şubat’la, Susurluk’la, Diyarbakır hapishanesiyle, işkencecilerle, sadece askerlerle değil militarizmle, ayrımcılıkla, yaşadığımız ve yaşattığımız bütün mağduriyetlerle yüzleşmemiz gerek.

Yüzleşmeyi başarabilirsek hesaplaşma intikamcılıkla sınırlı kalmaz; darbeler toplumsal vicdanda meşruiyetini yitirirken ardlarındaki zihniyet yeni meşruiyet zırhları kuşanamaz. Belki ağır ve sancılı olacak ama yüzleşmeyi ve intikamcılıktan uzak bir ödeşmeyi başarabileceğimizi umut etmek istiyorum.