Keşke protesto ve boykotlar hiç yaşanmasaydı da Meclis’te grubu bulunan partiler yeni, sivil bir anayasa için kolları genel seçimlerin hemen ardından sıvamış olsalardı. Neyse, zararın neresinden dönülse kârdır diyelim ve 8 eksikle (bunların 5’i KCK, ikisi Ergenekon, biri Balyoz tutuklusu) olsa da yeni yasama dönemine bugün başlayacak olan TBMM’nin demokrasimizi daha ileri noktalara taşımasını dileyelim.

Demokrasi derken tabii akla ilk olarak yeni anayasa geliyor. AKP’nin CHP ve MHP ile ilk temasları hayli olumlu bir atmosferin ortaya çıkmasına vesile oldu. Kuşkusuz yeni anayasa konusunda kritik nokta BDP’nin tavrı olacak. Bakalım Meclis, BDP’nin de evet diyebileceği yeni bir anayasayı üretebilecek mi? Soruyu şöyle de sorabiliriz: Milliyetçiliğin iki ucundaki MHP ve BDP nasıl bir anayasada uzlaşabilir? Meclis bu mucizeyi gerçekleştirebilir mi?

“Mucize” dediğime baskmayın, aslında o kadar da imkansız değil. Öncelikle tarafların olaya iyiniyetle yaklaşmaları, siyasi hesapları alabildiğine geri plana atabilmeleri gerekiyor. İkinci olarak, girişte değindiğimiz “atmosfer” çok önemli. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Meclis Başkanı Cemil Çiçek ve CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun BDP ile temasları normalleşme yolunda çok olumlu gelişmeler, ama mutlaka, çok gecikmeden iktidar partisiyle BDP arasında olabildiğince üst düzeyde açık temasların yeniden başlaması şart. Tabii bunun olabilmesi için PKK’nın şiddeti tırmandırmaya son vermesi, her ne kadar bu kelime artık inandırıcılığını kaybetmiş olsa da, yeniden bir “ateşkes” sürecine girmesi gerekiyor. Aksi takdirde, basılan bir karakol, sivillere yönelik yeni bir katliam vb. bütün çabaların boşa gitmesine neden olabilir. Dolayısıyla Türkiye’nin önceliği PKK saldırılarının sona ermesi olmalı.

Türkiye hiç kuşku yok ki PKK’nın saldırıları tam hız sürerken de yeni bir anayasa yapabilir ama böylesi bir anayasanın Kürt sorununun çözüme ne denli katkı yapabileceği şüpheli olur. Kürt sorununun çözümünde işe yaramayacak bir anayasa da ne kadar yeni olursa olsun çok kısa bir sürede eskir gider.

Tutukluluk denen ceza

Türkiye ne zamandır mahkemelerin zanlılar hakkında çok kolay tutuklama kararı çıkarttığını ve uzun tutukluluk sürelerinin yargısız cezalandırma işlevi gördüğünü konuşup tartışıyor. 12 Eylül askeri darbesinden kısa süre sonra tutuklanıp 18 ay hapiste kaldıktan sonra beraat etmiş biri olarak bu tartışmaları yakından takip ediyorum. Lakin bir konu beni fazlasıyla rahatsız ediyor: Alabildiğine kutuplaşmış ülkemizde taraflar bazı davaları çok beğenip bazılarına tamamen karşı çıkıyorlar. Hatta son şike operasyonu nedeniyle sadece ideolojik değil takım farklılıklarının bile yeni çifte standartlara neden olduğunu gördük. Özetle taraflar kendi acılarını öne çıkartıp maalesef karşı tarafın acısından bir tür keyif alıyor.


Dün Sincan F Tipi Cezaevi’nde Deniz Feneri davası nedeniyle tutuklu bulunan Kanal 7 Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Çelik’i ziyaret ettiğimde bu düşünceler yeniden kafama üşüştü. Muhafazakâr medyada tanıdığım en “vicdanlı” insanlardan olan Mustafa’nın (ve tabii ki diğer dava arkadaşlarının) yaklaşık 3 aydır tutuklu bulunmasını ve onun bu mqğduriyetinden memnun olanları kesinlikle anlayamıyorum.

Tıpkı bir diğer Mustafa’nın, CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay’ın hâlâ hapiste tutulmasını anlayamadığım gibi. Bu yazıyı kaleme aldığımda Mustafa’nın tahliye talebinin nasıl sonuçlandığı belli olmamıştı. Umarım o da bir an önce tahliye olur da kendisiyle Meclis kulisinde sohbet etme imkanına kavuşuruz.

Hudson yalanı

Son olarak kısa bir açıklama: 2007 yılında TSK’dan bir grup üst düzey subayın da iştirakiyle Washington’daki Hudson Enstitüsü’nde düzenlenen kapalı toplantıya katılmadım. Ben gazeteciyim, eğer katılmış olsaydım, bu kadar gürültü koparmış bir toplantı hakkında mutlaka yazardım. Bu yalanı kimlerin neden uydurmuş olduğunu biliyorum, onlar da bildiğimi biliyorlar ve hayat böylece akmaya devam ediyor!