“Hayırdır inşaallah” deyin. Dün gece rüyamda Recep Tayyip Erdoğan Başbakan filan değil bir gazetenin yayın yönetmeniymiş ve... Ve evet, ben o gazetede çalışıyormuşum... Ter içinde uyandım. “Çok şükür meğer rüyaymış” deyip rahatladım.

Sahiden de bizim mesleği Allah korumuş; Recep Tayyip Erdoğan’ı önce siyasetçi, sonra İstanbul Belediye Başkanı, sonra milletvekili, en son da Başbakan yapmış.

Yatıp kalkıp şükredelim...

Ya kaderi böyle çizilmeyip gazeteci yapılsaydı ve meslek merdivenlerini yavaş (ya da hızlı) tırmanıp bir gazetenin yayın yönetmeni, yazıişleri müdürü, istihbarat şefi, haber merkezi müdürü filan olsaydı.

Öyle olsaydı –mesela- dün- onun yönettiği gazete, Suriye’de ne oldu, Irak’ta niye son ayların en kanlı günü yaşandı, Afyon’daki cephanelik patlamasında kimin kusuru ya da suçu vardı, Afyon valisi 25 askerin öldüğünün ertesinde Genelkurmay Başkanına Afyon kilimi armağan ederken ne düşünmüştü, Obama ile Romney arasındaki yarışta son durum nedir gibi sorulara yüz verilmez, kimi tek sütun kullanılır, kimi sayfaya girmeden çöp sepetini boylardı

... ve gazetenin manşeti “Başbakan Sarıyer Çayırbaşı Tünelini Açtı” olurdu. Haberde de Başbakanın konuşması uzun uzun yer alırdı ve böylece halkın haber alma hakkı somutlanmış(!) olurdu.

Başbakan sahiden böyle önerdi: “Bir teşekkür etsenize. Bakın şu kadar tünel açtık, şu  kadar kilometre metro yaptık. Biraz da iyi şeylerden söz etsenize. Manşetlerinizde halkı sevindirsenize” gibisinden incileri art arda sıraladı.

Öyle bir gazetecilik ve öyle bir gazete olur mu?

Olur. Örnekleri var.

Yalnız o gazetenin bir kusuru olurdu: Okunmazdı!

*    *    *

Örnekleri var dedim. Sahiden de var.

Cumhuriyet’te çalıştığım yıllarda adım “Araştırmacı gazeteci”ye çıkmıştı ya, mecburen arasıra arşive inerdim. Geçmiş sayılar arasında turlarken azetenin tek parti dönemindeki sayılarından bir kaçında (aslında bir çoğunda) şöyle manşetlere rastlardım:

“Gazi Hazretleri İstanbul’dan Ankara’ya Avdet Etti”.

Haberin içinde de Mustafa Kemal’in treni kaçta hareket etti, beraberinde kimler var, trenin lokantasında o akşam neler yedi, tren saat kaçta Ankara Garına girdi, karşılayanlar kimlerdi falan filan... 

Aynı sayfanın aşağılarında, tek sütunluk bir başka haber de olurdu. Mesela  “Dersim’de isyancıları tenkil harekâtı hararetle devam ediyor...” ya da “Takrir-i Sükun Kanunu Meclis’te kabul edildi”...

Neresinden bakarsanız bakın, Başbakan’ın özlediği, istediği ve dayattığı gazetecilik bu.

Hangi yazara gazetede yer verilmesi, hangilerine verilmemesi, hangi haberlerin manşete taşınması, köşelerde nelerin yazılıp nelerin yazılmacması gerektiği... Sayın sayabildiğinizce bunların hepsi üstüne Recep Tayyip Erdoğan’ın bir fikri var, bunu çekinmeden dillendiriyor ve dillendirmekle yetinmeyip böyle olmasını –adeta- buyuruyor.

Oysa gazetecilik mesleğinden zerre kadar anlamıyor ve halkın haber alma hakkı (ihtiyacı değil hakkı) üstüne ciddiye alınabilir hiç bir düşünsel ve kültürel  birikime sahip değil. Ben nükleer fizikten ne kadar anlıyorsam Erdoğan da medyadan, habercilik mesleğinden o kadar anlıyor.

Aramızdaki fark, ben nükleer santral kurmaya kalkışmıyorum, o gazeteciliğin nasıl yapılması gerektiği üstüne hemen her gün ahkâm kesiyor.

Şimdi anlaınız mı dün gece niye ter içinde uyandığımı ve niye sadece rüya olduğu için şükrettiği mi?