Türkiye’de bilim çevreleri son günlerde yoğun olarak Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) yepyeni bir şekil vermeyi hedefleyen 27 Ağustos 2011 tarihli Kanun Hükmünde Kararname’yi (KHK) tartışıyor. Yeni düzenlemeye göre TÜBA’nın üyelerinin üçte birini Bakanlar Kurulu, üçte birini YÖK, üçte birini de akademi üyelerinin kendileri seçecek. Halbuki 1993’te kurulan TÜBA’ya yeni üyeleri, dünyadaki diğer örneklerde de olduğu gibi, akademinin genel kurulu tarafından seçilmekteydi. KHK ile TÜBA’nın “özerk” konumunu kaybedeceği eleştirileri giderek artıyor ve yurtdışında da büyük yankı buluyor.

TÜBA üyeleri geçtiğimiz bayram boyunca Ankara ve İstanbul’da birer toplantı yaptı. Tartışmalarda Akademi üyelerinin hemen istifa edip yeni ve özerk bir Akademi kurulması önerisi dile getirildi fakat bu aşamaya geçmeden önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüşülmesi kararı alındı. Bugün yapılması beklenen bu görüşmenin TÜBA’nın geleceği konusunda belirleyici olacağını tahmin etmek güç değil.

Şerif Mardin’e yapılan ayıp

Özellikle medyada konuyla ilgili çıkan yazıların hemen tümünde TÜBA Başkanı Yücel Kanpolat veya herhangi bir başka akademi üyesinden çok Prof. Şerif Mardin’in adı geçiyor. Bu da son derece anlaşılır bir durum çünkü TÜBA Genel Kurulu, tam üç kez Prof. Mardin’in üyeliğe alınmasını çoğunlukla reddetti. Gerekçe, Prof. Mardin’in genel olarak din sosyolojisi, özel olarak da Bediüzzaman Said Nursi üzerine yaptığı çalışmalardı. Şahsen ülkemizde bir bilimler akademisinin varolduğunu, Prof. Mardin’in üyeliğinin veto edilmesi vesilesiyle öğrendim ve bu kurumun sırf bu nedenle “bilimsel” ve “özgürlükçü” gibi sıfatları hak etmediğini düşündüm. Bu noktada yalnız olmadığımı da düşünüyor ve biliyorum. Örneğin Zaman’da Şahin Alpay, Yeni Şafak’ta Kürşat Bumin de, son KHK’yı sert bir şekilde eleştiren yazılar kaleme aldılar ama bunu yaparken TÜBA’nın Şerif Mardin ayıbının altını da kalın bir şekilde çizdiler.

Bu noktada, sözünü ettiğim tartışmaların Prof. Mardin’de ne tür duygu ve düşünceler uyandırdığını merak ettim ve bu nedenle dün kapısını çaldım. Şerif Hoca’nın tutumunu basitleştirerek, “Her iki taraf da beni bu işe bulaştırmasın” şeklinde özetleyebilirim. Tabii ki kendisi böyle bir cümle kullanmadı ama şöyle konuştu: “Bakıyorum da bazıları benim ağlayışımdan istifade etmek istiyor. Halbuki ben TÜBA’ya üye kabul edilmedim diye hiç ağlamadım. Zaten kimseye ‘beni üye alın’ filan da demedim.”

Mahalle baskısı

Yeni KHK’yı savunanlar, kendilerini haklı çıkarmak için “Şerif Mardin ayıbı”nı ileri sürünce TÜBA’nın varolan yapısını korumasından yana olanların bazılarının da Hoca üzerinde bir nevi “mahalle baskısı” (Bildiğiniz gibi bu kavram Prof. Mardin tarafından geliştirildi) uyguladıklarını ve ondan yeni düzenlemeye alenen karşı çıktığını ilan etmesini istediklerini duyuyorum. Hoca ise, dün kendisine karşı yapılan ayıbı engellemede yeterince gayret göstermeyen bazı kişilerin gözünde bugün “birden önemli bir adam” olmaya başlamasını epey yadırgamış. Şu sözler onun: “TÜBA beni reddettiğinde hep arka planda kalmaya özen gösterdim. Şimdi ön plana çıkmamı istiyorlar ki hiç böyle bir niyetim yok.”

Peki Prof. Mardin TÜBA’ya yönelik yeni düzenleme hakkında ne düşünüyor? O konuda tavrı çok açık ve net: “Dünyanın hiçbir yerinde bilim akademilerinde böyle cımbızla adam seçmece yok!”

TÜBA yöneticileri bugün Cumhurbaşkanı Gül ile görüşürlerse bundan nasıl bir sonuç çıkar bilmiyorum. Ama siyasi iktidarın TÜBA’nın varolan statüsünü sürdürmesine razı olacağını sanmam. En fazla, belki bir “ara formül” bulunur. Ama sonuç ne olursa olsun, bir kurum olarak TÜBA’nın, Prof. Şerif Mardin’in şahsında tüm Türkiye’den özür dilemesi gerekiyor. Eğer KHK olduğu gibi uygulanır ve TÜBA’yı oluşturanların çoğu, ilan ettikleri gibi devletten bağımsız yeni bir kurumsallaşmaya giderlerse de, bu ayıp onları takip etmeye devam edecektir.